Cumartesi, Haziran 26, 2010

O Yeşili İstiyorum!

Defalarca beklemeyeceğim dedikten sonra, bugün yeniden beklerken buldum kendimi.. Hayat ne garip.. Konuşturuyor insanı ve ardından da yutturuyor tüm söylettiklerini.. Mutlu değilim yine bekleyişimden, zamanın hızla akıp gidişinden de mutlu değilim, zaman akmıyor hissinden de.. Bugün mutlu değilim kendimden.. Umutsuzluktan mıdır, yoksa yalnızlıktan mı bilemiyorum.. Belki de yalnızca tükürdüğümü yalıyor oluşum huzursuz ediyordur beni.. Her ne sebeple olursa olsun bugün mutsuzum.. Tek umudum bu geceye, bir iki dost sohbetine, biraz gülümsemeye..
Yeniden yanılıyor olmaktan korkuyorum.. Yeniden kaybolmaktan, ya da kaybetmekten bazı şeyleri.. Hissizim günlerdir.. haftalardır.. Birşeyler değişiyor mütemadiyen, ben aynı kalıyorum.. Hissizleşmekten korkuyordum en çok bunca zamandır.. Fazla kafa yormamak gerekiyormuş korkulara, bugün onu da anladım.. Korktuğum başıma gelince..
Duygularından başka tutunacak hiçbirşeyi olmayan ben, bugün hissedemiyorum hiçbirşeyi..
Mutlanmak istiyorum bugün, hiç yoksa umutlanmak.. Ya olursa, olursa ne güzel olurdu diyebilmek ve gülümsemek istiyorum.. Ya olmazsa, olmazsa diye düşünüp hüzünlenmek sonra.. Sonra kovalamak kötü düşünceleri, olursa fikrine sıkı sıkıya saplanıp kalmak, hayal kurmak istiyorum bugün..
Yalnız olmak istiyorum bugün evet.. Ama kafamın içinde yalnızca.. Kalbimde yalnız kalmak, yalnız bırakılmak değil istediğim bu gece için.. Güvenecek bir ikinci kalp istiyorum..
Bir öpücük istiyorum çok mu? Daha önce de anlatmıştım o ihtiyacımı.. Masum demiştim, ben yanındayım diyen bir öpücük hani.. Onun gibi yine bir öpücük istiyorum.. Sıkı sıkı sarılsın istiyorum biri bana, bırakmayacak hiç sanayım, umutlanayım istiyorum.. Biri bana sarılsın istiyorum çok mu? İçimde birşeyleri tamamlasın istiyorum birisi beni kucaklayarak.. O birisi ailem olmasın istiyorum, arkadaşım olmasın.. Yarı yabancı, yarı tanıdık olsun.. Yeni tanıdık olsun istiyorum.. Soyadım aklını karıştırıyor olsun daha, şaka gibi buluyor olsun henüz, alışmamış olsun soyadıma, garipsesin istiyorum.. İsmimle dalga geçsin istiyorum, ama yüzüme gülümsesin, sarılsın istiyorum bana bu birisi..
Yalandan gülümsemek istemiyorum bugün, başkalarına umut vermek istemiyorum gülümseyişlerimle.. Birisi yüzüme yalandan da olsa gülümsesin ki, ben umutlanayım istiyorum..
Biraz yeşil istiyorum bugün hayatımda çok mu?
O yeşili istiyorum..
O yeşili bugün istiyorum!
Bana ihtiyacım olanı versin istiyorum, yalandan gülümsesin istiyorum, sarılsın istiyorum, yanağımdan öpsün istiyorum çok mu be?
Yok mu bana biraz umut verecek yemyeşil bir babayiğit?
Gel de yeniden öykü yazabileyim...

Cuma, Haziran 11, 2010

Rehber

Karanlıkta oturuyordu. Dikkatini çeken sese doğru döndü, fakat pencereden içeri süzülen zayıf ışık huzmesi üzerinde oynaşan birkaç gölgeden başka hiçbirşey göremedi.
Yalnız olduğundan emin olmak için kalktı, etrafı dolaşmaya başladı. Oturma odasının boş olduğundan emindi, bu yüzden buradan pek de dikkat etmeden ayrıldı ve hızla bitişikte bulunan mutfağa girdi. Mutfakta da kimse olmadığına kanaat getirince, hole kafasını uzatıp dikkatle baktı. Kendi kıstaslarına göre boşluğa yeterince baktıktan sonra, sırasıyla banyo ve yatak odasını da inceledi.
Bunca araştırma neticesinde evde yalnız olduğuna ikna oldu ve tekrar oturma odasına döndü. Geniş kanepeye uzandı ve kitabını eline aldı. ‘Stephen King’in “Cep” isimli romanını okuyordu. Piyasaya çıktıklarından beri cep telefonları onu hep irrite ediyordu, bu yüzden de bu kitap çok ilgisini çekmişti. Kitabı okumaya başladığından beri de, cep telefonlarına karş duyduğu bu korku biraz daha artmıştı. Kaldığı yeri bulmak için koyduğu ayraçı tutup sayfayı açtı ve daha önce bıraktığı yerden okumaya başladı. Bir iki cümle kadar okuyabilmişti ki, bir ses daha duydu. Bu kez duyduğu ses daha anlaşılırdı. Ses devam ederken, iyice anlaşılır bir hal aldı ve gayet net bir cümle duyuldu,
“Korkman gereken şey bir kitap, ya da bazı makinalar değil.”
Sesin geldiği yöne bakarken aklını kaybettiğini düşünüyordu. Odada kendisinden başka kimsenin olmadığından emindi. Ama yine de bakmaktan kendini alamadı. Baktığı yerde gördüğü şey neticesinde irkildi. Çünkü eve bir karga girmişti. İşin asıl ilginç noktası ise karganın koltukta oturuyor gibi görünmesiydi. ‘Tanrı’m aklımı oynatıyorum. Koltuğumda bir kuş oturuyor ve benimle konuşuyor.’ diye düşünmüştü ki, sesin cevabı gecikmedi,
“Evet! İşte bu, korkman gereken, o ismini andığının ta kendisi olmalıydı.”
“Tanrı mı?”
“Elbette.”
“Ne yani seni o mu gönderdi?”
“Kusursuz bir zekanız var bayım.” diyen karga kendi türüne özgü, duyanın kanını donduracak türden bir kahkaha attı.
“Peki ama, ne için geldin? Sohbet etmek, ya da benimle dalga geçmek için olmadığını varsayıyorum.”
“Tanrı’m... Bir kuşun vücudunda oturan benim, fakat bu kuşun beyninin nerede olduğunu artık merak etmiyorum. Karga metaforunu hiç mi duymadın be adam?”
“Anlamıyorum... sen ne...”
“Şu temiz yüzlü, takım elbiseler giyen yakışıklı mı olmalıydı? Yanlış hatırlamıyorsam filmini yapmışlardı, öyle değil mi? Ellerinden geleni yaptıklarını biliyorum, ama yine de gerçek yüzümü küçümsediklerini söylemeliyim...”
“Nasıl? Şekil de mi değiştiriyorsun?”
“Tanrı’m, hayır! Ben yalnızca tüm dünya dillerini konuşabilen bir kargayım.”
“Beni küçümsemekten vazgeç! Hergün oturma odamda bir kargayla sohbet etmiyorum!”
“Pekala, o halde son bir ipucu veriyorum. Ama bu kez de anlayamazsan gerçekten aptal olduğunu kabul etmem gerekecek.”
“Kuşların gerçekten de çeneleri düşük oluyormuş...”
“Kutsal ironi! Bu donuk cesetin espri anlayışı bile varmış. Hayret verici...”
“Kim, ya da ne olduğunu söyleyecek misin, söylemeyecek misin?”
“Tamam tamam, bu kadar işkence yeter. Zaten az sonra yüzünün alacağı yeni şekli de merak ediyordum. Orağım yanımda olmadığı için üzgünüm. Cüppe giymiş iskelete ne dersin?”
Karga sözlerini bir kahkahayla bitirir bitirmez, bir kaç saniye içerisinde bahsettiği cüppeli iskelet şekline büründü. Gördükleri ve duydukları neticesinde zavallı adamın yüzündeki renk attı, omuzları düştü ve gürültülü bir şekilde yutkundu.
“Sanırım bunun bir rüya olmasını dilerdin. Ama maalesef öyle değil. Büyük annelerinizin de söylediği gibi, ‘vakti gelen gidiyor’. Şu anda olan da bundan ibaret. Ben görmek istediğim ifadeyi gördüğüme göre, seni daha fazla korkutmayacağım. Lütfen gözlerini kapa, son anlarında kör olmak istemezsin.”
Meleğin sözleri daha sonlanmadan, adam gözlerini kapamıştı bile. Bir melekle konuşmuş olma fikri adamı içten içe gururlandırsa da, bu meleğin Azrail oluşu oturduğu yerde büyük çiviler varmışcasına rahatsız ediyordu. Gözleri hala kapalı olduğu halde odaya dolan, sırasıyla parlak sarı, pembe ve yeşil ışıkları fark etti.
“Bu ışıltılar yüzünden mi kör olacağımı düşündün?”
“Evet, ama bu tam anlamıyla bir düşünce sayılmazdı. Daha önce sözlerime kulak asmayan bazı meraklı kişileri de götürmem gerektiği oldu ve senin de takdir edeceğin üzere, sonuçlar pek iç açıcı değildi. Gidilecek uzun bir yol ve bu yolda görülecek çok şey var. Ama son dakikalarında körleşen kişilerin ruhları da yolda önlerini görmekte zorlanıyorlar, uzun bir müddet. Bütün insanlık için tek bir melek olmak yeterince zor değilmiş gibi, bir de yol tarifi yapmak işime gelmiyor.”
“Hemen mi gideceğiz?”
Diye soran adam, koltukta elinde kitapla uzanmış bedenini görünce cevabın ne olduğunu anlayarak ekledi,
“Sanırım hemen gideceğiz...”
Pencerenin önünde duran adama baktığında, bu defa gerçekten de bir melekle karşı karşıya gibi hissetti, az önce iliklerine dek duyduğu korku, şimdi yerini dramatik bir romantizme bırakmıştı. Etrafından rengarek ışıklar saçan, kusursuz görünüşlü yolculuk rehberinin yanına doğru ilerlerken, önünde duran kahve sehpasının içinden geçtiğini farketmeyecek kadar sarhoştu.

Panik

Vapurda takip ediyorlardı beni, keza sokaklarda dolaşırken de öyle... Eve gittiğimdeyse karşı binadan beni izlediklerini gördüm. Amaçları neydi, neden peşime takılmışlardı bütün bir gün boyunca, bilemiyordum...
Kimsenin işine karışan, kimsenin canını sıkan birisi de değilimdir üstelik... Onlarcasını peşime takmak isteyecek kadar kızdırdığım kişi kim olabilir? Ah! Belki de o adamdır. Ziyadesiyle sıkıntılı ve düşünceli görünüyordu o parkta otururken. Hem yanında da onlardan vardı, üstüne üstlük çok da kalabalıklardı. Yanına gidip bütün bu bağırış çağırıştan rahatsız olup olmadığını sorduğumda yüzüme bile bakmamıştı. Belli ki dostlarına hakaret ettiğimi düşünmüş olmalı diye özür de dilemiştim kendisinden oysa. Ama özrümü kaile almamış olsa gerek. Lanet olsun! Ne kadar da boş boğazım.
*****
Mutfak penceresinden onları, onların beni izleyişini gözlüyordum yemek yediğim esnada... Oturma odasında kitabımı okurken de öyle. Bütün bu olanlara hiç bir anlam veremiyordum. Gece yatağıma gitmeden son kez baktığımda, hala karşı binadan beni izlemeye devam ediyorlardı. Yapacakları herhangi bir saldırıya karşı hazırlıksız olmak fikri neticesinde duyduğum tedirginlik zihnimi öylesine zorladı ve meşgul etti ki, bütün gece uyuyamadım. Aslında gece onlara baktığım son bir kaç sefer uyuyor gibi görünüyorlardı. Ama elbette buna güvenecek değildim. Öyle ya, efendilerinin (ya da dostlarının, her neyse...) canını sıkmıştım, üstelik de bizzat kendilerini kötüleyerek. Tanrı’m keşke o sözcükler ağzımdan hiç çıkmamış olsaydı. Kendilerine göre kızmakta oldukça haklı sebeplere sahiptiler. Oysa ben onlara karşı herhangi bir düşmanlık beslemiyordum... beslemiyorum.
Gün doğarken, günün ilerleyen saatlerinde karşılarına çıkıp, onlarla yüzleşmeye karar vermiştim ki, tam da o sıralarda sızmış olmalıyım. Yatak odamda, pencerenin önündeki kanepede uyandığım esnada günün öğle saatleri epeyce geçmişti. Neredeyse akşam olmak üzereydi. Eğer onların karşısına çıkacaksam bunu bir an evvel yapmalıydım, zira alacakaranlıktan sonra karşılaşmamız fikri ensemdeki tüylerin ayaklanmasına sebep oluyordu.
Balkon kapısına geldiğim sırada içlerinden birinin çığlığa benzer bir sesle kahkaha attığını işittim. Bu ses öylesine soğuk ve korkutucuydu ki uzunca bir an kapının önünde öylece kaldığımı sanıyorum.
Kendimde biraz hareket edebilecek gücü bulduğum an hemen ceketimi ve ayakkabılarımı giyip evden çıktım. Duyduğum kahkahadan sonra onlarla yüzleşmek istemediğimden emindim. Bu sebeple de dostları, pek konuşmayan ve büyük olasılıkla bu yaratıkları peşime takan adamı görmem gerektiğine karar verdim.
Yol boyunca yine beni izlediler, çoğunlukla sessizdiler, ama zaman zaman içlerinden biri o korkunç kahkahalardan atıyordu. Onlardan korkuyor oluşum belli ki kendilerini çok eğlendiriyordu. Vapurda bu kez havanın güzelliğine inat edercesine içeri oturdum. O lanet olası yaratıklardan bazıları ise bana en yakın pencerenin önüne kadar gelip her bir hareketimi izliyorlardı.
Bir süre daha bu kovalamacayı sürdürdükten sonra, önceki gün sessiz adamı gördüğüm parka ulaştım. Pek ümidim olmamasına karşın adamı hala aynı yerde –tam olarak önceki gün bıraktığım noktada– otururken buldum. Ben de gidip sessizce yanına oturdum ve sıkıntımı anlatmaya koyuldum ;

-Hala buradasınız...
-......
-Şey, şu arkadaşlarınız... Yani gerçekten can sıkıcı ve korkutucu olmaya başladı...
-......
-Ben söylediklerim için... herşey için çok üzgünüm... Lütfen söyleseniz ve geri çekilseler.
-......
-Benim hiç kimseyle bir alıp veremediğim yok bunu anlamalısınız... Ne sizinle, ne de dostlarınızla... Sadece boşboğazlık ettim... Hepsi bu...
-......
-Pekala, siz düşünün ve kararınızı verin öyleyse... Ben, gerçekten, özür dilerim. Hoşçakalın.

*****
Konuşmamızın üzerinden tam yirmi yedi gün geçti ve martılar hala zaman zaman gelip beni kontrol ediyorlar. Artık aldırmıyorum onlara ve histerik kahkahalarına. Çünkü, şimdi anlıyorum ki yalnızca çılgın zihinlere sahipler. Üstelik o adamda da garip bir şeyler vardı. Yani, bir insan nasıl olur da bu kadar sessiz olabilir ki? Tıpkı bir heykel gibi...
Şimdi tüm o olup bitene anlam yüklemeye çalışmıyorum. Düşündüm de, aynı anda hem kahkaha, hem de dehşetengiz çığlıklar atmayı başarabiliyor martı denen yaratıklar. Deliliklerine veriyor, hallerine gülüp geçiyorum...