Cuma, Nisan 11, 2014

Elbette Kediler

Hop!
Yokluğumda neler yaptın ulan sevgilim okuyucum? Dinleyeceğimden filan değil de… işte… formaliteden sorayım dedim.


Neyse… bu konuda (sana zahmet başlığa bir bakıverirsen, hangi konudan bahsettiğimi anlarsın cicim… hadi yorma beni.) yazmasam, öleceğim kesin olacağı için yazmak zorundayım.
Ve bunu da, beni tanıyan herkes bilir.
“Ay, zaten bütün kadınlar da kedileri sever!” gibi bir şey değil bu. Ben, yalnızca bazı insanlara nasip olduğu gibi, aşkla, hatta tapınmaya çok yakın bir huşu ile bağımlıyım kedilere. Evet. Bu noktayı aklından çıkarmadan devam et okumaya lütfen… adamı hasta etmeyin.
Mesele sevimlilikleri, oyunculukları ve hatta kusursuz zarafetleri bile değil. Ben engellisinden, hastasına, ya da en sağlıklısına; en salağından, en zekisine; en uysalından, en hırçınına; en güzelinden, en çirkinine tüm kedilere bayılıyorum. Karakterlerine, tavırlarına, küsmelerine, manipülasyon yeteneklerine…
Bak, mesela benim kedim Çapul… kendisini öpme olayını biraz abartırsam (yani iki azarlamaya rağmen hala durmuyorsam - ki genellikle durmam -) anında suratımın ortasına indiriyor pençeyi. Çünkü bir insanın tatlı dille eğitilemeyeceğini öğrenmiş. Üstelik bütün kediler de bilir bunu. İnsanlara bir şey yaptırmak istiyorsan bunun çeşitli yolları var. Diyelim ki kumunun temizlenmesini istiyorsun ve bunu yapmıyorlar, o halde git ve ayakkabılarına (bu noktada araya gireyim, ayakkabı temsili olarak kullanıldı. mevzubahis obje halı, yatak…vs. olabilir.) işe… belki biraz bağırır-şikayet ederler, ama en kısa zamanda kumun temizlendiğini görürsün. Mama kabın boş ve aç mısın? Bacaklarına sürün ve bağırarak, mama kabına doğru güt insanını… fark edecektir. Oh! Karnın da doyduğuna göre masaj yaptırıp, uyumak istersin herhalde… o zaman kitap okumakta olan insanının kucağına atlayıp, kitaba kafa at ve kitabın düşmesini sağla. Ama bu işi mutlaka mırlayarak yapmalısın, yoksa huysuzlanırlar. Birkaç denemenin sonunda muhakkak kitabı kenara kaldırıp seni okşamaya başlayacaktır, eminim bundan. Hadi iyi uykular…
Ha… ama öte yandan eğer bir şeyi yapmamalarını istiyorsan, tehdit, azarlama filan gibi şeyler asla işe yaramaz. Çünkü anlamıyorlar, bas pençeyi! Ancak o zaman seni rahat bırakırlar.


Aslında ben saatlerce anlatabilirim bunun gibi şeyleri, ama bazılarınız yine de anlayamayacak yazık ki. Bazılarınız da, “aman sanki biz bilmiyoruz!” gibi havalara girecek… işte en çok bu ikinci gruba kıl oluyorum! Ama öteki tarafta bulunan, anlattığım ve anlatmadığım her şeyi bilen ve fakat “ayyy… aynı bizim Minnoş gibi!” diye düşünerek, yazdıklarımı ukalalık yapmadan benimle paylaşabilen grup, hastanızım. Canımsınız lan! Neyse.
Benim yine hevesim kaçtı… hiçbirinize, hiçbir halt anlatmak istemiyorum. Kediler de bize kalsın anasını satayım!
Kedilere kötü davranırsanız da aklınızı alırım, haberiniz olsun. Tavrıma, asla imlama ettiğim kadar dikkat etmem… kaldı ki imlama da yeterince özen gösterebildiğimi düşünmüyorum. Gerisini var sen düşün okuyucu.
Akıllı ol, beni delirtme.

…daha fazla…

Pazar, Aralık 29, 2013

Özel(liksiz) Günler

Kaloriferin önünde duran koltuğa giydirilmiş ıslak kaban gibi kokuşmuş hisler içerisindeyim bu aralar okuyucu… anlıyor musun? Anlatabiliyor muyum? Anlayabiliyor musun beni?
Hahahaha! Yok be oğlum… Ne hissedeceğim öyle şeyler ben. Maksat senin huzurunu kaçırmak.
Tamam, tamam… hadi gel. Öpeyim de geçsin.
Bodoslama konuya gireceğim müsaadenle okuyucu, tamam mıdır?
Eyvallah, gözümsün.
Ben yine anlam veremediğim şeylerden bahsetmek üzere buralara geldim şekerim…
Şimdi yeni yıl geliyor ya, her taraf kırmızı donlarla donandı filan… Takvimde bir rakam 365 gün ve 6 saatlik bir süre için değişiyor diye kutlama yapmak neden? Yani ne bileyim, hediye almak filan süpersonik bir şey bir taraftan ama… İkinci bir emre kadar (?) 2013 değil de 2014 diyeceğiz diye birbirimize neden hediye alalım lan?
Hee, yeni yıl…
Oldu.
Benim için yıl daha bitmedi ama n’aber? 19 Mart’ta gireceğim ben yeni yıla mesela… sen ne zaman gireceksin?
Buradan da bildiriyorum ki, doğum günü harici de hiçbir (sözde) özel günün, özel olduğunu düşünmüyorum gerçekten. Anlamıyorum çünkü… bilmemkaç milyar insanın aynı anda hoplayıp zıplaması kulağa geldiği kadar da özel değil ki, herhangi bir Cumartesi gecesi işte…
Mesela, “Bugün günlerden Pazar olduğu için sana bu hediyeyi almayı uygun buldum, çünkü önümüzdeki haftanın çok iyi geçmesini istiyorum!” diye gelse birisi gece yarısı, ne tepki verirdin? Ben mi? Ben tabii ki hediyeyi kabul eder ve “Bana aşık olduğunu istediğin zaman itiraf edebilirsin, böyle yol yapmana lüzum yoktu.” filan derdim sanırım. İşte benim kanaatimce yeni yıl ve diğer tüm “özel günler” de böyle şeyler. Yani tam olarak bu değil, ama bunun gibi… biraz daha geniş kapsamlı, bu sefer o yolu kendimize yapıyoruz : “Bütün sene öküz gibi çalıştın, yoruldun ve bundan sonraki günlerin hep böyle şahane olabilir… bunu hak ediyorsun bebeğim!”
Sen aksini düşünüyorduysan da kusuruma bakma artık.

Hadi “iyi seneler!” filan… 

Pazartesi, Kasım 11, 2013

Var mı, Nerede?

Hey! N’aber?
Ya, tamam, boşver onu şimdi… Benim anlatacaklarım var. Hehe… pardon.
Daha önce şu not defterleriyle alakalı sıkıntımdan bahsetmiştim ya… hah! Çilem bitmek bilmedi lan resmen… Bir yenisiyle (denizde kum, bende problem arkadaş…) karşındayım sevgili okuyucu.
Bu defaki sorunum ise şöyle : sayfalar dolusu not almışım… yani kaç defter eskidi ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Teller defterin üst tarafında olduğu müddetçe not almakla ilgili bir problem yaşamıyorum… ama aklıma gelen şeyi daha önce de düşünüp, düşünmediğim hususunda sıkıntı büyük. Düşünsene, en baştan başlayarak, son sayfadaki en son kelimeye dek araştırıyorsun… itiraf edeyim çoğunlukla bu arayışın yarısında (belki daha bile önce) ne aradığımı unutup okumakta olduğum şeylerin ne kadar da harika şeyler olduğuna dalıyor ve böyle tatlı bir sarhoşluk… hahahahaha! Lan!
Herkes hali hazırda ne kadar deha yüklü, yetenek abidesi ve muhteşem bir insan olduğumu biliyor mu?
Tamam.

Konuya dönelim efendiler…
İşte ararken dalıp gittiğimden mütevellit neyi aradığımı da, not alacağım şeyi de unutuyorum gidiyor.
-Haa, evet… senden hafiyesi yok dostum! Biz burada bu ikisinin aynı şey olduğunu anlayamamıştık çünkü. Aydınlattığın için teşekkür ediyor ve bundan sonraki yaşantında da (“bundan sonraki yaşantında” derken, tam da yazdığım gibi içinde bulunduğun hayatı sonlandırıp bir yenisine başladığında da demek istiyorum) başarılarının devamını dileyerek uğurluyoruz seni. Alkışla lan okuyucu! Elemana bak, işi gücü artistlik…-
Her neyse… Bu dangalağı da gönderdiğimize göre devam edelim mi? Edelim edelim. İtiraf et sen de istiyorsun…
İyice laçka mı oldum? Olayım lan, ne olacak? Benden kıymetli mi yani? Lütfen…

Ne diyordum ki? Hah… unutuyorum not alacağım şeyi ve bu yüzden kimbilir hangi harikulade eserlerden mahrum kalıyoruz okuyucu… hepimiz. Ben, sen, o… hatta bu sivri zekalı bile… Gidip gelip bulaşıyor ama o da hastası, biliyorsun.
‘ctrl+f’nin bir şekilde el yazısına, not defterlerine de uyarlanması lazım bence…
Yani hem kağıdı mürekkebi koklayıp, hem de aradığımızı zart diye bulamayacak mıyız? Hangi çağda yaşıyoruz arkadaşım! Birileri derhal bu işle ilgilenmeli…

Hadi lan bu sefer iyisiniz…

Öptüm!

Pazar, Kasım 10, 2013

Evet, Sen!

Oğlum lan!
Seni gözümde canlandıramıyorum okuyucu. Çok moralim bozuk. Tanıdığım herkesin yüzünden oluşmuş bir kolaja tanımadığım detaylar ekleyerek bir yüz kazandırmaya çalışıyorum… ama çok çirkin oldun.
Olma!
Gerçi şu paylaştığımız şeyi paylaştığımız için çok güzelsin, ama kafamın içindeki surat hiç öyle demiyor lan okuyucu. Kabus gibi bir şey oldu… üstelik ben korkak insanım, tedirgin oluyorum.

Gönül isterdi ki sen de Afrodit gibi bir kadın, ya da Herkül gibi bir adam ol… ama beceremedik okuyucu. Olduramadık. Ha, bu demek değil ki fikirlere açık değilim. Ben yapamadım diye pes etme, gel anlat… kendin olur, olmak istediğin olur… bana fark etmez.

Buyurunuz efendiler, sahne sizin.

Salı, Kasım 05, 2013

Tatlı Davası

Gece gece aklıma sufle düştü yine… zaman zaman efkarlanırım sufle hususunda. Bu sefer de diğerlerinden çok farklı değil. Gerçi mesele sufleyle de alakalı değil haa… “Şöyle süpersonik bir tatlı olsa da yesek.” kafaları işte.
Öte yandan “süpersonik” sıfatını da aşağı yukarı tüm tatlılar için kullanabilirim, pek seçici değilim bu konuda sanırım. İyi yapılmış olsun yeter. Hatta ne kadar ağır, o kadar iyi bence. “Ay… içim bayıldı tatlıdan.” cümlesini en son duyacağın insanlardan biri de olabilirim. Hoş, hiç duymama olasılığın çok daha yüksek ama yine de onu öyle yazmazsam (söylemezsem) kesin başıma geleceği paranoyası yaşadığımdan öyle yazmam gerekti. Tatlıdan asla içim bayılsın istemiyorum okuyucu, anlıyor musun? Anlayabiliyor musun bunu?
Aferin.

Oturdum, bir ton çikolata yedim… kesti mi? Tabii ki kesmedi. Ama yapmaya üşeniyorum, bu saatte alacak bir yer bulmam da mümkün değil. Yahu madem saat o denli geç oldu, yat zıbar… yarın bakarsın. Ya da olur ya uyuyunca geçer… sanıyorsun ya, geçmiyor lan okuyucu. Yeyip bir “Ohh…” demeden geçmiyor canına yandığımının tatlı krizi…
Neyse uzatmayacağım bu mevzuyu, zira yazdıkça azıyorum. Az sonra kesmeşeker filan kemirmeye başlamamak için yazıyı tadında bırakıp, başka diyarlara yelken açmam icap eder.

Tatlısız kalmayasın okuyucu…
Öptüm.

Futbolla Dünya'yı Kurtarmak

Aslında var ya… bu konuda ne yazacağıma dair en ufak bir fikrim yok okuyucu. Başlıktaki cümle hoşuma gittiğinden bir kenara, bir gün yazmak üzere not düştüğümde de aklımda hiçbir şey yoktu. Yani, futbol severim… izlerim de. Çarşı ruhu diye bir şey de var, ki candır. Ama o kadar işte, ne anlatabilirdim ki? Derken direniş başladı…

Hoş, şu anda da ne diyeceğim, neyi nasıl anlatacağım şaibeli. Direniş üzerine bir şeyler yazmak da istemiyorum açıkçası, yeri burası değil pek. Hem herkes anlatmadı mı zaten? Ama biraz, bir şeyler deneyeceğim… denemeliyim.
Yarım saatten fazladır “Beşiktaş Marşları” dinliyorum. Evet efendiler, doğrudur, ben Beşiktaşlıyım… gurur duyuyorum. Hep duydum, ama son aylarda arttığını itiraf etmeliyim. Şahsen çıkıp da hiç kimsenin hayatını filan kurtarmış değilim, ama yine de… “bedene indirgenemeyecek” bir topluluğa ait hissetmek, onların yaptığı her şeyi sanki babam, kardeşim, oğlum yapmış gibi sahiplenip gururlanmama sebep oldu. Saçma mı buldun? Öyleyse, ya direnişten bihabersin, ya da Beşiktaş’tan… her iki durumda da üzülürüm senin için. Ot geldin, ot gideceksin demek ki. Yazık lan.
Bir ağabey, zamanın birinde “Pankartlar, sadece bez parçası değildir.” demiş. Başka bir ağabey de, geçenlerde “çArşı vicdandır.” demişti… ne de güzel söylememiş mi her ikisi de?
Her neyse… herkesin, her söylediğini tekrar etmeyeceğim. Ama “Park”ta, “Gündoğdu” söyleyerek yürüyen o formalı, bayraklı kalabalığı gören bilir… Yani mesele aslında yalnızca direniş meselesi de değil… yanlış anlamayın. Bu adamlar, hep böyleydi. “Değildi, öyle bir şey yok.” diyen de defolsun gitsin. Onu diyen, söyleyebilen adamla işim olmaz. Çünkü o herif asla bilemez ilk gençlik zamanlarımda Köyiçi’nde dolaşırken bana en ufak bir rahatsızlık veren adamı “Gel, biraz konuşalım…” diyerek kenara çeken ve beni de hemen tanıdıkları bir taksiye bindirip eve gönderen ağabeylerin varlığını filan. O herife anlatamazsın bunları…
Buraya kadar söylediklerim, başlığı hatalı hale getirdi iyice farkındayım… Futbolla hiçbir halt olmaz, olmayacak da. Çünkü alakası yok. Futboldan ziyade semtle ilgili durum. Ama hani futbol için bir arada olan çok güzel adamlar var ya…

Hepsini bilmem, hepsi umurumda da değil zaten… ama… çArşı hep olsun!

Kayıp Balık Sabiş

Komik…
Geçtiğimiz günlerde (aslında sanırım beş ay filan oldu ama aldırma, çünkü burada zaman mefhumu yok) anneannemi kaybettik. Böyle söyleyince ölmüş gibi algılanıyor, değil mi? Aynı yanılgıya o gün düşen arkadaşlarım da olmadı değil… ama ölmedi, neyse ki. Hem ölmüş olsa söze “komik” diye başlayacak kadar da eşek değilim herhalde. Saçmalamayın… çok seviyorum ben onu.
Neyse, kayboldu işte. Nasıl mı? Annemle birlikte semt pazarına gitmek istemiş ve gitmişler. Ama bahsi geçen kadının seksen yaşında, yine seksen kilo, kemik erimesinden muzdarip, bastonlu bir kadın ve bulunduğumuz muhitin de her santimetre karesinin yokuşlardan oluştuğunu düşünürsen daha pazara ulaşamadan yorulduğunu anlatmama pek de gerek olmayacaktır sanırım. Nitekim, pazarın yakınındaki bir parkta oturmuşlar dinlenmek için. Gel gör ki, anneannem oturduktan sonra pazarda dolaşıp, sonra da eve geri dönmek için yeterli gücü olmadığına kanaat getirmiş ve orada kalmaya karar vermiş. Daha doğrusu annem ona, orada beklemesini alışveriş yapıp eve gideceğini ve tekerlekli sandalyeyle onu oradan alacağımızı söylemiş. Anneannem de bunu kabul etmiş.
Buraya kadar bir sorun var mı? Yok. Ama aslında iş hiç de öyle değil. Çünkü bizim Sabiha sıkıntıdan mıdır, yoksa kendi kendine gücünü ispat etme çabasından mı tam olarak bilemediğimiz bir sebeple oradan kalkıp eve kendi başına gelmeye karar vermiş bir anda. Ve kalkmış… ama biraz ilerledikten sonra yine yorulup bir apartmanın önündeki duvarın dibine oturmuş dinlenmek için. Ama öyle kuytu bir yerden bahsediyorum ki onu orada görmek mümkün değil… bu yetmezmiş gibi, bir de önüne otomobilini park etmiş adamın biri… ve zaten ufacık bir kadından bahsediyoruz.
Bu esnada annem, eve dönerken parka uğramış nasıl diye bakmak için… ama ne görsün? Hiç… anneannem yok, bıraktığı yerde. Etraftakilere sormuş filan, böyle böyle bir kadın gördünüz mü diye. Evet, birisi gerçekten de görmüş. Rivayete göre anneannemi “kızı” gelip almış. Ama sorun şu ki, anneannemin annem ve teyzemden başka kızı yok… annemin onu oradan almadığını biliyoruz ve teyzemse yurtdışında yaşıyor. Yani, ya başka birinden bahsediyorlar, ya da anneannem kaçırıldı! Aman Tanrı’m!

Ha… aslında bu noktada araya girmem gerekir, çünkü o sıralarda bir takım problemler vardı ve gerçekten de bir an için (kısacık bir an, ama yine de…) kaçırıldığını düşündük.

Her neyse… sonra annem panikleyerek beni aradı, anneannemi bulamadığını ve aşağıdan (nispeten daha düz olan bir sokaktan) gelmeye çalıştığını tahmin ettiği için oradan eve geleceğini söyledi. Ben de diğer taraftan parka doğru inecek ve evin etrafında 360 derecelik bir açıyla arama çalışmalarımızı yürütecektik. Peki, tabii ki bunu yapacaktım. Apar topar çıktım evden, aradım taradım… yok. Geri döndüm, annem de eve ulaşmıştı. O da bulamamış. E, iyi de… nereye gider bu kadın? Bir şekilde karşılaşmamız gerekmez miydi? Evet. Neden karşılaşmadık peki? Kimse bilmiyor. Olumlu düşünmeye çalışıyoruz… semtimiz iyi ve özverili insanlarla dolu, yani ne bileyim belki bir dükkana filan girmiştir, oturtmuşlardır, dinleniyordur.
Eve döndük, tekerlekli sandalyeyi alıp tekrar dışarı çıktık. Çünkü bulduğumuzda muhtemelen eve dönemeyecek kadar yorulmuş olacaktı… neticede bulduğumuzda gerçekten de öyleydi.
Annemin eve geldiği yolda aramaya karar verdik, çünkü orada ufak tefek pek çok dükkan var. Ben sandalyeyle arkadayım, annemse önden gidiyor hızlı hızlı. Telefonum çaldı, annem… bulmuş. Nerede? İşte az evvel bahsettiğim kuytu köşede otururken… hemen yanlarına gittim.

“Anneanne! Korkuttun bizi. Neden beklemedin?”
“Ne yani, ben kendim gelemez miyim? Aciz miyim ben?”
“Estağfurullah… ama endişelendik ulaşamayınca. Hadi otur da gidelim eve.”
“Kendim giderim ben, onunla gitmem sakat gibi…”

Bu konuşma bu şekilde epeyce sürdü, ama neticede ikna edip sandalyeye oturttuk ve eve çıktık.
Kısacası bir saat kadar kadını aradık, korktuk, endişelendik, yardımcı olmaya çalıştık, seksen kiloyu yokuş yukarı iterek eve çıkardık ve azarlandık. Hem de ne azarlanmak!

Üstelik ne var biliyor musun okuyucu? En fenası… Ben, karakter olarak bu kadına çok benziyorum. Tanrı doğacak çocuk ve torunlarıma şimdiden sabır versin.

Bitemeyenler

Okuyucu! Seni biraz özledim, çok değil… biraz. Ama özledim, bunu önemsemelisin. Sen de beni özle mesela, bazen be! Azıcık… meraklan biraz lan. “Sesi soluğu çıkmıyor, öldü mü acaba bu karı?” diye düşün.
Merak demişken, sana bir soru : Bu bitemeyenlerin ne olduğunu merak ediyor musun lan? Etsene, lütfen… gerçi etsen de, etmesen de farkı olmayacak. Zira maksimum iki cümle sonra açıklayacağım. Belki de hemen şimdi?
Tabii ki… buyurunuz…

Cümleler oğlum işte… bitmiyorlar, bitiremiyorum. Sırf bu yüzden virgül ve üç noktaları icat edenlere dua edebilirim, etmişimdir de. Neden olmasın? Sen de et okuyucu… çok büyük insanlar onlar.
Tek nefeste okunamayan cümleleri hep sevdim okuyucu, bunu anlatabilmem mümkün değil. Upuzun cümleler harikadır. Tek kelimeyle de pekâlâ anlatabileceğim pek çok şeyi sayfalarca yazmışımdır… çünkü öyle seviyorum. Laf salatası yaptığımı düşünme ama çok üzülürüm… Demek istiyorum ki; ayrıntı verilebiliyorsa, verilmelidir… ya da betimleme yapılabiliyorsa, yapmayan eşektir. (nokta, bu kadar)
Bu sebeplerle de… Üç nokta da, virgül de candır. Daha önce bahsettiklerim gibi değil, ama yine çok büyük bir başka adam demiştir ki: “Nokta arkasına bakmaz, söylenecek her şey söylenmiş ve geride kalmıştır.” ve bu biraz üzücü, sence de öyle değil mi? Ha, bu arada bu cümleyi de araştırma, çünkü tam olarak o şekilde söylemedi o adam ve ben de kelimesi kelimesine hatırlamıyorum nasıl söylediğini… unutuyorum ne yapayım? Folik asit bitmiş vücutta, hafıza da onunla beraber yitip gitmiş… ve üstelik bu seni hiç ilgilendirmez… hem sonra sevdiğim her şeyi ve herkesi tanımanı, bilmeni istemiyor da olabilirim. Nedir yani? Olamaz mı? Her neyse… bunların şu anda hiçbir önemi yok.
Nokta üzücü, gerisindeki cümleyi noktaladığı, bitirdiği için. Virgül öyle mi? Ardındakine de, önündekine de bir şeyler katıyor. Sonlandırmıyor, büyütüyor, geliştiriyor. Üç noktayı ise açıklamak dahi istemiyorum, bambaşka bir âlem orası… Orada her şey bitse de, bitmiyor. Bitemez, bitmemeli!
Aşığım lan üç noktaya, bayağı yani… mümkünse annemi-babamı alıp istemeye gidebilir ve kendisiyle evlenebilirdim ve küçük, minicik virgüllerimiz olurdu…

Oğlum dünya çok güzel haa… mutlu ol.

Bana 'Şey' Deyin

Merhaba Bilmemkim ;
Haha! Bilmemkim de ne acayip isim olurmuş ama, öyle değil mi? Anlamı ne?
Dur dur… hazır aklıma gelmişken konuşalım. İnsan isimleri çok acayip değil mi? Bazıları özellikle acayip ama bak… Muhteşem diye isim var, Maşallah diye de… Hatta daha neler neler var aslında ama işte onlar tanıdık diye söyleyemiyorum… dalga geçiyorum sanırlarsa çok ayıp olur okuyucu, bunu istemeyiz. E, çünkü dalga geçmiyorum. O yüzden de yolda, orada burada duyduğum isimlerden örnek verdim. Bak benim soyadım da çok acayiptir, gerçi ben alışığım ama sana acayip geliyordur kesin diye söyleyeyim dedim.
Ama mevzu o değil şimdi, isim… Dur ya çok merak ettim, senin isminle aran nasıl? Ben, benimkini sevmiyorum, sanırım. Bana ait değil gibi sanki… bana başka birinin ismini vermişler gibi…
Sana da öyle olmuyor mu? Bazen? Neden?
Ya… ne bileyim canım işte… Hani birileri seni çağırır filan ve “O kim ya?” demek istersin. İstemez misin? Hadi oradan be! Bence sana da oluyor, ama kendimden şüphe edeyim diye söylemiyorsun. Çok kötü insanlarsınız lan. Buldunuz benim gibi saf karıyı, işletirsiniz tabii… Pislikler!
Küstüm oğlum size…

Defolun!

Sevgili Günlük;

Hop! N’aber okuyucu?
Ben çok neşeliyim bugün nedense… Ne bileyim lan, uyandığımdan beri sırıtıyorum sebepsiz. Rüya filan gördüm herhalde, ama hatırlayamıyorum…
Aa! Bak aklıma gelmişken bundan bahsedelim. Günlük gibi yazmak, hani anlatacaktım ya…
Sen hiç günlük yazdın mı lan? Ben hiç yazmadım. Bugüne dek yazmadığım tek şey günlük olsa gerek… Küçüktüm, doktorum “Ruhsal sorunları olan insanlar günlük tutar.” demişti… imajımı zedeleyemezdim, günlük tutarak. Ne ruhsal sorunu? Benim öyle bir problemim yoktu, o halde günlük filan da tutamazdım. Ama bak demek ki biraz içimde kalmış… kısa hikayelerden oluşan bir kitap yazacaktım, seninle muhabbete daldım günlüğümsü bir şey oldu. Şikayetçi değilim gerçi, böyle de hoş oldu. Ya da değişik… ya da her neyse işte.
Öte yandan hakikaten tam manasıyla günlük gibi mi gidiyorum ondan da emin değilim, malum hiç deneyimli olduğum bir alan değil bu. Ama şu anda yaptığım şeyin bendeki çağırışımı günlük tutmak oluyor hep. Günlük tutmak da böyle bir şeydir herhalde. Oturup aklına eseni yazıyorsun filan, neler olmuş-neler düşünmüşsün… mesela ben seninle konuşuyorum, günlük yazan da defteriyle konuşuyor… hahaha! Bu da çok şizofrenik bir durummuş yalnız. Harbiden konuştun mu oğlum defterinle?

Bence doktorum haklıydı : Bütün günlükçüler sorunlu.

Bekledim de Gelmedi

Hemen konuya giriyorum okuyucu, tamam mı?
Etta James ablam “at last…” diyordu, aklımda bin türlü beklentim… Olanlar, olmayanlar. Olacaklar, olmayacaklar. Ya da O’nun diyeceği gibi “Olasılıklar…” , çok yüklendim, yoruldum ve çok yükseldim. Nasıl tarif edeceğimden pek emin değilim, belki şöyle olabilir : benim de “at last” diyeceğim anın (her ne için olursa, kesin bir şeyden bahsetmiyorum) beklentisine takıldım kaldım… ama mutluyum lan. Vallahi bak.
Anam! Çok duygusala bağlamışım okuyucu hiç uyarmıyorsun da haa… Ama şarkı bitti, biraz hareketleneyim de, neşemizi bulalım. Bekle.


Beklemek çok kötü bir his değil mi? Özür dilerim beklettiğim için.
Gerçi şahsen ben pek nefret duymam bekleme durumuna karşı… severim bile bazen. Beklediğim şey kesin olacaksa, ya da kişi kesin gelecekse ama… eminsem sonucun pozitif olacağından en sevdiğim şeylerden biridir beklemek. Yani düşünsene oğlum, önünde zaman olduğunu biliyorsun, sabırsızlanıyorsun… ama o şey kesin olacak. Bir şekilde olacak… işte o “bir şekilde” kısmındaki şaibeli durumdan inanılmaz keyif alıyorum ben. Hayal ediyorum filan, şöyle olsa mesela – böyle olsa şahane olur diye. Her gün daha güzeli geliyor aklıma. Tabii olan asla o hayallerdeki gibi olmuyor. Olmaz çünkü, hayat öyle bir şey değil. Ama olsun, ‘bir şekilde’ oluyor ya… hele bir de bazen hayal edemeyeceğin kadar iyi oluyor ya… Allah’ım o nasıl güzel bir histir. Tasviri pek mümkün değil gibi…
Aslında yazmaya başladığımda aklımda sevgiliyle alakalı şeyler vardı, güzel bir şeyler. Ben bu ara O’ndan çok bahseder oldum, insanlara, kedime ve hatta kendi kendime… ve O’na da, bazen. Ama şimdi, içimdeki ergeni konuşturmaktan vazgeçtim. Bu gece ne diyeyse (herhalde şarkıdan) nasıl bir gaza geldim anlatabileceğimi sanmıyorum okuyucu… boşver o yüzden, anlama. Ben de denemeyeyim hiç boşuna.
O da okuyor şimdi bak, ya da okuyacak… ya da her neyse işte. Sonra da dalga geçecek “ergen” diye.
Geçsin.

Ben bu gece mutluyum ve önemli olan bu.

Arkadaşlar ve Diğerleri

Var ya… ben bu başlık atma işini beceremiyorum be okuyucu. Her şeyi yazıveriyorum oraya, başlıktan sonrası sırf laf kalabalığı gibi oluyor.
Yazasım gitti şu anda resmen, ama seni biraz boşladım bu aralar, canın sıkılmıştır herhalde. Benim de canım sıkıldı bu geçen zamanda okuyucu sorma, başka bir işlere giriştim ki ömrümden yiyor, gerçi o seni ilgilendirmez pek. Hem sen bu aralıktan bihaber olmalısın. Toptan okuyorsun değil mi lan? Aferin. Otur adam gibi oku, süründürme ayıp, günah… arkandan ağlar… ağlarım.
Yemin ederim ağlarım, yaparım bunu.

Arkadaş… başlığa takıldım, ne yazacaktım - neler yazdım yine. Gerçekten de laf kalabalığı oldu. Neyse tamam, o başlığı oraya boşuna koymadık herhalde. Arkadaşlardan bahsetmem lazım, diğerlerinden de… diğerlerinin ne olduğunu merak etmiyor musun? Ben ediyorum, çünkü o başlık altında tam olarak neden bahsedeceğimi ben de bilmiyorum şu anda. Az sonra anlarız… Hehehehe! (bkz. pişkin pişkin gülmekler…)


Arkadaşlar hep az olanlar sanırım. Az bildiğin, seni az bilen… az gösterdiğin kendinden ve onlardan az gördüğün… Biraz merak edersin filan, ama yine de çok içeri girsin istemezsin. Olduğu yerde iyidir çünkü, onun yeri orasıdır. Yoklukta gideri vardır elbette, olacaktır da… ama her zaman olmaması yeğdir. Seversin bile belki, ama az.
Ve diğerleri… onlar bundan çok ötededirler. İleri ve yahut geride olmak kaydı ile… uzak ara ötesindeler, kabul et.
Çok sevdiklerin yok mu, uzak kalmaktan nefret ettiğin insanlar? Onların hiçbiri arkadaşın değil, öyle değil mi? Sevgilin var mesela adı üzerinde (okurken aklına geldi biliyorum, gelmediyse de ya sevgilin yok, ya da o senin eşekliğin okuyucu kusura bakma… o ilişkiyi de bir gözden geçirmende fayda var bence.), sonra kardeşin var, annen-baban (belki) ve kardeşin gibi olan var… ve daha kim bilir kimler, neler var.
Bir de ne yapsa olamayan, olduramayanlar var. Gülümsüyorsun geniş geniş, ama sen de bunlardansın birileri için, emin ol. Şimdi, tam da şu anda senin için; “Ulan ne gereksiz adam/kadın be!” ,ya da; “Yaa… yok, yok. Onu çağırmayalım.” , diyorlar. Hoş bir his değil, değil mi? Ya bırak. Harika bir his. Tanıştığım herkes beni sevsin istemezdim ben, sen de isteme okuyucu… çok acınası. Sevdiğim herkes bile beni, benimle aynı oranda sevmemeli, kendileri gibi, içlerinden geldiği gibi sevsinler. Ya da nefret etsinler. Ama nasıl hissetmeleri gerekiyorsa, nasıl hissettiriyorsam öyle hissetsinler hakkımda.
Mesela sen okuyucu… annemsin, ağabeyim, bir tanecik dostum, sevgilim, kedim (çünkü ona da ben okuyorum şaşırma hemen)… her kimsen osun işte. Sevdiğim (en çok) herkes ve her şeysin benim için. Haa bu arada yanlış anlaşılma filan olmasın diye açıklayacağım yine; burada saydıklarım belirli bir sıraya göre dizilmedi, eğer bir sıralama olacaksa birinci sırada bu saydıklarımın hepsi yan yana olsun isterim…

Bu yüzden herkes gitsin boşver, ama sen kal okuyucu. Tamam mı?

İnandık Tamam

Bir süredir psikopat gibi inanmak, inançlı olmak meselelerine takılıyor aklım. Yok oğlum dinden bahsetmiyorum… Bu, herkesin kendi bileceği iş ve beni zerre alakadar etmez. Benim demek istediğim şey genel bir inanç durumu. Hani şu körü körüne bir şeylere, ya da birilerine bağlı insanlar var ya… onlarınki gibi manasız inanmak hali. Nasıl yapıyorlar bunu merak etmiyor musun lan?
Ya bak şimdi, ben de inançlıyımdır… genel olarak. Ama o derece körlemesine değil. Hiç sorgulamadan, önünü arkasını düşünmeden inanmak saçma değil mi? "Kahin misin pezevengin çocuğu? Nereden biliyorsun hiç sorun olmayacağını? Neyin güveni bu?" diyesim geliyor, diyemiyorum.
Hayır, hayır… Özür dilerim yalan söyledim, çünkü diyorum. Söylerim ben, sorarım. Sormazsam kesin çatlarım, çünkü meraklı bir insanım… elimde değil. Ama tabii ki konumuz bu değil… mevzu inanmak… Örneklendirmem gerektiğini düşündüm bir an ama aklıma bir bok gelmedi ki okuyucu… Dur, biraz bekle. Çıkacak o örnek, eminim. Hahahaha! Aha! Çıktı bile… Gördün değil mi?
Lan, iki dakika sazanlık yapma ama okuyucu ya… İnanmak haline örnek mi bu şimdi? Bu, bildiğini bildiğin ve fakat bir yerlere kaldırdığın bilgiye ulaşmak çabasıydı… Şu anda yaptığım şey de mesela o örneği çıkarana kadar seni lafa tutup zaman kazanmaya çalışmaktan ibaret. Neme lazım bakarsın gene anlamayacağın tutar filan, ben açıklayayım da kafam rahat olsun.

...

Çok elim alışmış oğlum, bildiğin bir önceki cümlenin sonuna ‘gülücük ikonu’ koydum ve sildim.

...

Dur, dur konuya dönüyorum… Neydi? Örnek…
Örnek… hımm…
Hah! Buldum! Biraz vasat bir şey ama idare et, kaç zamanlık hukukumuz var okuyucu… azıcık alttan al, azıcık hatamızı ört gözünü seveyim. Babamın hayrına mı kendimi paralıyorum burada, paylaşalım diye işte… senin için. Yoksa oturur günlük yazardım herhalde. Bak gene uyuz oldum sana şimdi, ne ukala insanmışsın, ne pislikmişsin sen be… En ufak hatamı yakaladın mı hemen burnuma sok, tamam mı? Kıl.


Tamam… tamam. Bir çay aldım kendime, sakinleştim. Sen de uslu dur ama bu sefer, anlaştık mı? O tipi yapma işte, yemin ederim kalkar giderim bir daha da gelmem. Oğlum! Bak harbiden küserim… yapmasana ulan!


Seni, bu Dünya’da yapayalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı lan okuyucu… gene geldim.
Nerede kalmıştık? Haa… ben örnek verecektim, sen de pis pis sırıtıyordun o esnada, şevkimi kırmıştın. Tamam, tamam takılmayacağım bu defa. Direkt yazıp kaçarım ben hacı. Ondan sonra, sen düşün…


Hani gerzek dergilerdeki ilişki testlerini çözüp de çıkan sonuca inanıp sevgilisiyle kavgaya tutuşan ablalar var ya… Hah işte onlarınkine benzeyen bir inanç durumundan bahsediyorum. Nasıl oluyor da oluyor?
Ya da ne bileyim… hani bir abi vardır ve bunun etrafında üç beş adam dolaşırlar, abinin her dediğini kanunmuş gibi uygular bunlar… Dünya’nın en dangalak cümlesini kursa da, kesin doğrudur o adamlar için. Üzerine düşünme gereği dahi duymazlar filan…
Off! Bak ya… bu düşünme engelli yalakalardan ben de istiyorum ha. Bana da bulun. Ben söyleyeyim, bu geri zekalılar “amin” filan diye dolaşsınlar önümde, arkamda. Hahaha! Çok güzelmiş be!

Hadi lan okuyucu… yaparsın sen! Aslansın, kaplansın, süpermensin!

Sağduyu'm

Benim sağduyum çok yüksek sesle konuşan, güçlü, korkunç, acımasız ve inanılmayacak ölçüde dürüst bir kaltak. Ben onun bu psikopat tavrını anlayabiliyor ve anlamakla da kalmayıp destekliyorum. Bu şekilde, onun yönlendirmesi ile de ilerlemeye devam edeceğim… ve bunun için de hiç kimseden özür dileyecek değilim.
Neticede doğru ile yanlışı ayırt edebilme yetisinden bahsediyoruz. Öyle ise doğru olan, doğrudur. Ya da bir şey doğru değilse, doğru değildir. Kafan karıştı değil mi? Hahaha! Dur, dur… anlamadıysan diye açıklama gereği duydum okuyucu, “şair bu dizelerde bayrağa sesleniyor”… Of! Çok seviyorum bu kalıbı. Her yerde, her şey için kullanasım var… kusuruma bakma. Neydi? Hah! Kelime oyunu yaptım ulan işte, yazıda anlaması güç tabii, tonlamak lazım okurken. Aklında olsun.
Oğlum ben kafayı dürüstlük fikriyle bozdum, resmen yani. Kendine saklama gereksinimi duymadığın şeyler genellikle doğrudur diyorum. Doğru yapmışsındır ve bunu diğerlerinin bilmesinde de herhangi bir sakınca olmaz. Yok, gizlemeye karar verdiysen kesin bir bokluk var o işte. Örnek, mörnek uğraştırma şimdi… Bu dediğim gibi bir şeyler var, oluyor. Başkaları da var elbette ama sen de biliyorsun işte okuyucu, beni yorma şimdi gece gece… Bu saatte felsefe mi olur Allah aşkına ya?
Ama onu bunu bırak da sağduyu candır lan… vallahi bak. Neyi, nasıl yaparsan sana ne şekilde geri döneceğini istisnasız her defasında söyler, uyarır. Dinlemiyorsan aranıyorsun demek bence. Ben hep dinlerim. Hatta bazen öyle bir bağırıyor ki kevaşe, bildiğin benim sesimi bastırdığı oluyor. Kontrol onda. O konuşuyor çoğunlukla. Ama konuşsun zaten, konuşmalı. Benden çok ileride o… hep olmak istediğim yerde. O halde, kontrolü devretmek gerektiğinde, bunu yapabileceğim en doğru karakter de o.
Al… gene verdi kararını. Ama itiraf edeyim bu defa birazcık tırstım. Şüphelendim.
Yok yok okuyucu… kontrolü külliyen vermeyelim. Hep birlikte alınsın kararlar, ama sağduyu gözetiminde. Olur, değil mi?
Olur, olur.
Doğru… olmadı mı?

Bak; çok güzel oldu.

Pazartesi, Kasım 04, 2013

Bucu Purçik'i

Hop! Yine ben… biz. Ben, ben… Benim… yani genel olarak.
Bilenler bilir, bayağı çift karakterliyim ben. Bir ‘Bucu’ var, bir de ‘Purçik’… Fazlasını bilemiyorum, ama içimde birbirine tam manasıyla zıt iki kadın var… çok net.
İşte az evvel kapıştırdım ben bunları. Yani, hayır, bilinçli olarak değil. İstemeden oldu, ama oldu. Hep öyle olmaz mı?
Her neyse ama ne kadar zıt kimlikleri olduğunu düşünürsen anlaman çok daha kolay olabilir. Her karşılaşmaları olaylı bu zillilerin. Birinin ak dediğine, diğeri istisnasız her defasında bok diyor. Genelde Purçik öyle der, çünkü tarzı bu.
Bunları tanı istiyorum okuyucu, bil… Ne zaman kiminle karşı karşıya olduğunun farkında ol ve buna göre davran. Hazırlıksız yakalanma diye… sırf seni düşündüğümden yani. Çünkü gerçekten hazırlıksız yakalarlarsa mahvederler adamı, yaparlar bunu… yapabilirler çünkü. Gerçi, belki Bucu yapmaz, muhtemelen yapmaz. Ama Purçik… Ağlatır, uyandırayım.
Şimdi okuyucu, anlatmak istediğim şeyi anlatabilmem için evvelâ karakterleri bir nebze tanıman gerek. Hayır, tabii ki her şeyi anlatmayacağım. Şımarma hemen.
Neyse… Her zaman önce iyi haberle başlanır diye (her nedense…), önce Bucu’yu anlatacağım. Bu kızın “Dünya’nın en uyumlu insanı” olduğuna dair rivayetler mevcut… bir de çok saf bu. Ama öyle böyle değil. Örneğin bak bugün oldu daha : Benim adam tuttu, “Nasa bizim mahalleye gizli ofis açmış.” dedi, şaka işte… geyik yapıyordu. Bucu hanım inandı anında. İnanır çünkü, öyle biri o. Saf, masum… Hakkında bir şeyler duyduğunda “Yaaa… canım!” diye hüzünlenip, güleceğin gibi biri o. Kendi kendine dans eder, heyecanlanınca zıplamaya başlar ve daha neler neler… Çok sevdiğimiz bir çocuk kendisi, hakkında ileri geri konuşmayın… keserim.
Gelelim kötü ikiz kardeşe… Purçik… nereden başlasam bilemedim, ama bir an içim kararmadı değil. Kadın demeye bin şahit ister buna aslında. Ama diğer yandan da… neyse o seni hiç ilgilendirmez şimdi. Senin genellikle muhatap olduğun ağzı bozuk, fikri bozuk, huysuz, asabi kadın o işte okuyucu. Bar kavgasına girer, ağzını yüzünü kırdırır… ki bu durumda kırılan çoğunlukla benim ağzım yüzüm oluyor. Sonra ne bileyim, hiç çekinmez insanları incitmekten, hayır hayır keyif aldığını düşünmüyorum. Ama çekinmiyor da. Söylenmesi gerektiğine inandığı her şeyi söyler, önünü arkasını düşünmez, hesaplamaz. Haa… hep kötü anlatıyorum diye sakın yanlış anlayayım deme, özünde iyidir bu, güçlüdür, sağlamdır en azından ve tabii ki onu da çok seviyoruz biz burada. Bu iki karakterden biri bile olmasaydı, diğeri başa çıkamazdı hayatla. Eminim.
Ya okuyucu, bir şey söyleyeyim mi? Kendi kendimi kıskandım senden… kusura bakma. Ama daha fazla anlatmak istemiyorum. “Ying-Yang”ın vücut bulmuş hali gibiyim işte. Bu kadar bilgi yeter sana… gerisini bilebilmek için çok yakınlarımda olman gerek… olma. İstemiyorum. Aramızda biraz mesafe bulunsun lan. O kadar dahil olma bana, hayatıma… çünkü ben senin hakkında bir bok bilmiyorum. Uyuz.
Neyse bunlar sık sık kapışırlar, her hangi bir konuda olabilir. Yine oldu. Her seferinde Purçik kazanacak sanırsın saf gibi… ama öyle olmuyor işte. Bucu’nun kazanmasına izin verdiği için filan da değil üstelik. O saf, narin kadın inandığı şey için öyle bir diş çıkarıyor ki, aklın şaşar okuyucu. Purçik, hep savaş halinde olduğundan kimseyi şaşırtamıyor, ama Bucu öyle değil… afallatıp, kazanıyor. Bileğinin hakkıyla, takdir ediyorum.
Şimdi bak… dürüst olayım, tam olarak ne anlatmak istediğimi hatırlayamıyorum. Pis gibi, kafam takıldı hatunlara… Dolayısıyla bir yere bağlayamıyorum bu seferki metni.
Hşşş… çaktırma oğlum (yazar göz kırptı).
Gene geleceğim nasıl olsa… o zaman şey yaparız, olmaz mı? Bence süpersonik olur.

Hayde.

Notum Geldi, Yazamadım...

Pist… Okuyucu n’aber lan? Oradasın değil mi? E iyi de neden cevap vermiyorsun insana, sığır mısın? Haa… duyamadın değil mi? Şu anı aynı günde yaşamadığımızı unutuyorum bazen, kusuruma bakma. Evet, evet onu da yazacağım. Ama şu anda değil.


Şimdi mi? Şimdi şeyi yazacağım ya. Öf iki dakika bekleyemiyor musun? Az sonra okuyacaksın işte. Bak asabiyet yaptırdın bana da durduk yere…
Neyse... Sakinim tamam.
Al!

Şu küçük not defterleri var ya, telli… hah! İşte onlara uyuz oluyorum ben. Çile yemin ederim. Hayır defter demeye de bin şahit ister, neredeyse elimden küçük (evet, küçük). Ya da benim ellerim kürek gibi, bilemedim. O kadar uyuz oluyorsan neden alıyorsun dediğini duyar gibiyim okuyucu… Sorma… her çantaya sığsın, her an yanımda taşıyabileyim istedim, halt ettim. Yemin ederim, halt ettim. Ha, bu bitince yenisini alacağım muhakkak… ama bu kez telleri sayfaların üst kısmında olanlardan alacağım, kesin bak. Eminim bundan. Cep telefonu mu? Yok, olmaz o. Telefon sevmiyorum ben zaten oğlum, bir de not almak için (yani en sevdiğim işin ilk taslağı için) kullanamam o iğrenç şeyi. Artı, el yazısı candır. Bu da böyle biline…


Oha! Çok sevdiğim bir şarkı çaldı, kafam karıştı. Dur, bitince gelip devam edeceğim… Şu romantik ibişi göndermem lazım. Yoksa, hiç hoş olmayacak.


Aha geldim. Neredeyiz? Not… Tamam.
Ben yazar olmaya karar verdiğimde hiç taslak yazmazdım okuyucu, biliyor muydun bunu? Nereden bileceksin ibiş… daha yeni tanıştık sayılır. Yazdığım öykü kusursuz oluncaya dek başında oturur uğraşırdım. Sonra roman yazmaya başladım ve olanlar oldu. Yaptığım işi takip edemez hale geldim…
Sonra bir gün “Not almıyor musun? Almalısın… Bütün yazarlar alır.” dedi hıyarın teki, etkilendim. O aptaldan hep etkilenirdim zaten. Hep bir şekilde aklıma girerdi. Hayır, onun hakkında yazmayacağım. Prim kazandırmak istemiyorum o öküze. Neyse, not al dedi bana ve aklıma yattı. Ama gel gör ki, bugün o deftere not almak için cebelleşirken ve hali hazırda çirkin olan yazımın aldığı şekli de görünce diyorum ki; onun ben ağzına sıçayım. Bok vardı soktu kafama bu fikri… Hayır ne yazmayı becerebildim (hiç ergonomik değiller arkadaşım, sakın almayın o defterlerden… valla bak) , ne de yazdığım okunuyor… Bir de işin kötüsü bu geri zekâlı defterlerin ilkini de onda görmüştüm. Hayır, hayır. Yazar değildi. Bir yerlerde gördüğü –ya da duyduğu- ve hoşuna giden sözleri yazardı oraya, ileride birilerine mesaj filan olarak atmak için. Defterinin yarısı benim şiirlerimle doluydu mesela, ama gurur duyamıyorum. E çünkü hıyarın teki işte. O beğendiyse kesin kötüdür.
Ve evet, ben de vakti zamanında ondan bu kadar etkilendiğime göre : ben de hıyarın tekiyim… mişim… dim… hmm. Geçmiş? Evet evet geçmiş zaman. Doğrusu bu. Canımı sıkma benim okuyucu geçti işte, fark ettiğim anda geçti gitti. Allah Allah ya!

Dur ama dur… ben en yakın zamanda not defterimi değiştireyim. Yo, hayır şimdi olmaz. Önce bitsin. Çöpe mi atayım okuyucu?


Kağıt? Ağaç? Yazık…?

Nezaket Yalanı

Beni özledin mi okuyucu? Biliyorum beklettim biraz… kusuruma bakma, tamam mı?
Hah! İşte bundan konuşalım bugün biraz. Nezaket palavrası… Mesela senin beni bekleyip beklememen aslında benim umurumda değil ve az evvel sana karşı dürüst olmadığım için özür dilerim. Ve bu özrün biraz önceki gibi nezaketen ifa edilmiş bir hareket olmadığından emin olabilirsin. Ben sanırım içten içe seni seviyorum okuyucu… Hiçbir şey için değilse bile, sırf bu yüzden sana karşı hep dürüst olacağım. Ama nazik olmak zorunda değilim, bunu netleştirelim. Fazlasını bekleme, çünkü fazlasını verebilmem mümkün değil. Ben hep patavatsız bir insan oldum, ama samimiydim. Bu yüzden kendimi tutmayı da, kendini tutanları da sevmiyorum. Anlatabildim mi?
Yani kendini tutmak çoğu zaman yapabileceğin en büyük samimiyetsizlik değil midir? Önce tabii ki kendine, sonra da o tavrı takındığın kişiye (kişilere) karşı samimiyetsiz olmanı gerektirecek nezaketin neresinde nezaket?
Bir de söylemeden edemeyeceğim… sanırım biz millet olarak nezaket ve zarafeti birbirine karıştırıyoruz fena halde. Nezaketen yapılan işlere bir dönüp baksana Allah aşkına… hep yalan gibi görünmüyorlar mı? Tamam işte diyeceğim o ki nezaket palavrası ardında saklanıp, yalandan zarafet sahibi görünmeye çalışan kaba saba adamların ve kadınların yapacağı şey bu… yalan gibi… değil… gibisi fazla işte!
Öyle… yalan. Neden? Çünkü yalan söylemek kolaydır ve pek çok şeyden sıyrılmanı sağlar. En bodoslama örneği olarak da “karşındakini incitmemek için söylediğin yalanlar”ı göstermek istiyorum okuyucu. Yaptın sen de bunu biliyorum, hepimiz yaptık. Çok güzel bir nezaket örneği gösterdik, ama bencildik, yalan söylüyorduk ulan işte adı üzerinde… samimi filan değildik. Zarif filan da değildik ve hiç olacak gibi de değiliz pek çoklarımız… kendimizi kandırmayalım.
Ama benim zoruma gidiyor işte geri zekâlı, senin gitmiyor mu? Geçip karşıma dünyanın en nazik ve zarif insanını oynasan (evet, oynasan dedim, çünkü gerçek olduğuna inanmayacağım!) bir bit yeniği ararım o tavırda.
Tutma kendini, doğru ol. Dürüst ol, canımı ye okuyucu! (yazar mahalle delikanlısı gibi göz kırptı son cümlesini kurarken, o hareketi biliyorsun…) Hahahaha! Dur! Sinirlerim bozuldu kendi tipimi düşününce…
Mola.


Tamam. Ne diyordum?
Hah! Lütfen dürüst ol okuyucu. Bırak, sana kaba desin öküzler. Ben seni sadece o halinle seveceğim.
Biliyorum, umurunda değil.

Demek istediğim de tam olarak buydu zaten.

Neden ki?

İşte! En sevdiğim kelime. Hiç anlayamadığım ve en çok kullandığım… Yani kelime olarak çok rahatsız edici ve çok rahatlatıcı bir tınısı var gibi gelir bana hep. Bir de bundan daha çok kendimi özdeşleştirebileceğim bir kelime herhalde yok. Yanlış anlama ama okuyucu, karanlık bir durumdan bahsetmiyorum. Söylemeye çalıştığım şey, kendimi Dünya’nın en meraklı insanları arasında görmemle ilgili bir şeydi. Bak mesela şimdi nedenini merak ettiğim şu yetişkin tavırlarıyla başlamak istiyorum, tamam mı?
Aşağı yukarı on dört senedir görmediğim arkadaşımla buluştum dün. Çok ilginçti. Hani çocukluğunda filan çok sevdiğin bir şarkı vardır ve yıllar yıllar sonra yetişkinlik hayatında bir gün radyoda aniden çalmaya başlar ya… hah! İşte öyle bir his. Düşünsene bizzat senin bile hatırlamakta zorlandığın zamanlardan tanıyor seni adam. Çocukluğunu biliyor ve yanındayken yine o zamanlarına dönüyorsun az-çok…
Çocukluk da güzeldir, çocukluğundaki seni tanıyanlar da. Anlıyorsun değil mi? Anlarsın. Ben çocuğu tanıyanların birkaçı okuyor bu yazıyı şu anda mesela… Harikasınız! Teşekkür ederim.
Konuyu dağıtma ama, lütfen… Söyleyeceklerim vardı benim! Bak şimdi bu yetişkinlik meselesiyle ilgili sorunuma gelelim, benim böyle durumlarda (hani şu yıllar sonra yeniden karşılaşma anlarında) hep çığlık atıp, bahsi geçen arkadaşın boynuna filan atlayasım gelir. Ama büyüdük ya, garip olur diye tutuyorum kendimi. Hiçbir arkadaşla, hiçbir karşılaşmada yapmadım bunu ve mutlu değilim okuyucu. Bir de yapmak istediğimle, yaptığım şey birbirini tutmadığı için geriliyorum, heyecanlı gibi böyle uyuz bir his… Ben ettim, sen etme. Git atla ulan ne olacak?
Büyümeseydik iyiydi, değil mi? Çocukken her şey normaldi, istediğimiz gibi delirebilirdik filan. Ne güzelmiş… Yani soru “neden büyüdük?” değil. Soru şu; “neden yetişkin olunca bu kadar kasıldık?” Hoplayıp zıplayan yetişkinler olamıyor muyuz? Ben denedim mesela, çok güzel de olabiliyor. Ama merak ettiğim şey neden genellikle kontrollü olmak zorunda olduğumuz… Eminim mantıklı açıklamaların vardır, şu yüzden böyle filan gibi… istemiyorum onları, kendine sakla. Çünkü bu durumun nedenini anlarsam başka bir insan olacağımdan çekiniyorum. Yani senin gibi, ya da onun gibi. Sana hakaret ediyor da olabilirim, etmiyor da. Kendin ver kararını okuyucu… Ben sokakta koşturanlardan olmak istemiyorum. Mantıksız ve sevimli olmak istiyorum. Anlaştık mı?
Gelelim “neden”e… Soruların ve sorunların olması harika! Değil mi? Bana neden diye başlayan mükemmel bir soru sorsana, cevap veremeyip delireyim.

Hadi!

Egomania

Okuyucu, nasılsın? Tamam. O halde biraz daha benden bahsedelim. Kabul edin, beni çok seviyorsunuz.
Hani şu “önce kendini sevmekle başla” safsatası var ya… Hah! İşte onu çok ciddiye almış olmalıyım hayatımın bir döneminde. Kendime bayılıyorum. Aşığım. İmkanı olsa gider, kendimle evlenirdim. O derece, evet.
Tamam, harikayım… muhteşem bir insanım filan ama şöyle bir sorunum var; çok fazla hissediyorum. Yani, gerçekten. Kaldırabileceğimin çok ötesinde, her şeyi, en ince detayına dek hissediyorum. Bazen acıyor. Ve evet, bunu da çok fazla hissediyorum. Mesela bu yazının çok eğlenceli ve komik olması gerekiyordu, ama hayvanın biri özür diledi benden geçenlerde. Maalesef son aylarda haddinden fazla özür duymaya başladım ve bu konuda da yazacağım… belki de bu yazı yerine onu yazmalıydım sence, değil mi? Bilemiyorum. Ama şu anda bunu yazmak istiyorum. Başlıktan da anlayacağın üzere her şey benimle ilgili ve istediğim şeyden bahsedebilirim.
İşime karışma okuyucu, senin çok götün kalktı.
Her neyse, bu aralar çok fazla özür dilendi benden. Diğerlerini kaldırabildim ama şu bahsettiğim ibişin özrünü kaldıramadım. Çok fazla geldi. Çok fazla hissettim yine. Peh!
Biraz dertleşelim mi? Anlatacak bir sürü insan var, ama ben sana anlatmak istiyorum okuyucu. Sen de bana taptığına göre, okumak zorundasın. Fikir ve öneri almak değil, anlatmak peşindeyim şu anda çünkü. Bu arada belirtmek zorundayım ki, bu yazıda adı geçen okuyucu benim. Yani kişisel almayın, yok ille alacaksanız da ben olduğunuzu unutmayın. Harika! Bütünleştin benimle, mutlu musun? Eminim mutlusundur. Senin yerinde olsam –olmak istemem ama yine de olsam- ben çok mutlu olurdum. Hahahaha! Birazcık muhteşem olduğunun farkına var ve bu anın tadını çıkar okuyucu. Haa kafan karışmasın diye belirtiyorum, bu defa sana söyledim.
Ne? Özür meselesi mi? Ha… evet. Boşver, daha sonra ilgilenirim. Harika bir insan olduğumu hatırlayınca… Hayır, konuyu silip atmadım. Odağımı değiştirip, mutlu oldum yine. Senin için de seviniyorum okuyucu… Kusursuzluğa dokunduğun için.
Saçmalama lütfen… tabii ki dalga geçiyorum. Aslında yukarıda söylediklerimin tam tersi olabilirim, sanırım. Çok fazla hissetmek meselesi dışında. Kendimi çok sevdiğim de doğrudur. Ama o kadar. Bokunu çıkarmayın hemen. Ayrıca evet fırsatını bulursam şımarabilirim ve fakat beni ben şımartmazsam, gelip sen mi şımartacaksın? Hadi oradan.

Al buyur, hadi… sıkıldım. Bitirmiyorum bu metni, böylece bırakıp gideceğim…

O dediğin de sana benzer ayrıca!
Ne haliniz varsa görün anasını satayım.

Bitti.

Yazı İşleri

Ben yetenekli bir yazarım. Her zaman bu yazma işlerinde yetenekli buldum kendimi… ve bu konuda benimle hemfikir olmayan herkes defolup gitmekte özgür. Bu hakkınızı kullanmaktan çekinmeyin ve hatta mümkünse kullanın, lütfen.
Oha! Bir anda okurların yarısını yitirmişim gibi hissettim kendimi… Tamam itiraf ediyorum, yarısından da fazlası yok oldu gibi geldi aslında. Hatta belki de… Anne n’aber ya? Gene baş başa kaldık gördün mü?

Biraz özgüven sıkıntısı yaşadığım doğrudur.

Neyse, gidersen git canım fark etmez… zaten günlük yazıyormuşum gibi yazıyorum git gide… hatırlat da bir ara bununla ilgili de konuşalım okuyucu, tamam mı?

“Aslında yetenek filan da değil de, ne bileyim… içeriden gelen bir dürtü bu sanki.” filan deyip güldürecek değilim kendime, kusura bakma. Bütün bu klişeleri çok gerek gördüğüm takdirde kendi içimde yaşayabilirim ve bu seni hiç ilgilendirmez okuyucu… Ama şu var bak söyleyebileceğim; bu yazma işinin dünyadan uzaklaştıran bir tarafı var ya, başkaları olabiliyorsun, başkalarıyla konuşabiliyorsun ve bilmiyorum inanır mısın ama bazen o senin yarattığın kurgu karakter seninle sohbet ederken o kadar ilginç bir şey söylüyor ki aniden donup kalıyorsun… şaşırtıcı bir iş bu. Beklenmedik şeyler olabiliyor her an sen masanın başında sandalyende-koltuğunda (ya da her nerede yazıyorsan işte) otururken ve bütün bunların senin kafandan çıktığına kendin bile inanamayabiliyorsun.
Bende çoklu kişilik bozukluğu var mı bilemiyorum, ama burada olmasının ya da olmamasının hiç önemi yok. Hatta burada, benim olduğum yerde olduğunda birisi yazdıklarını okuyup da “Deli lan bu karı!” dediğinde, bunu iltifat kabul etmek gibi bir lüksün olabiliyor. Yolda karşıma çıkıp bunu söylemek gafletinde bulunursan ağzını burnunu dağıtırım, o ayrı. Ama okuduğun şeyi okuduğunda, okuduğun şeyle alakalı bir yorum olarak istediğini söyleyebilirsin. Seviyorum seni.
Şu anda, bu çok sıradan şeyleri yazarken bile heyecanlanıyorum. Yaptığım işten daha iyi hissettiren hiçbir şey deneyimlemedim bugüne dek. Öyle bir şey yaşayabileceğimden de kuşkuluyum. Hatta benim için öyle bir şeyin var olduğunu bile sanmıyorum.
Fark ettin mi? Fark etmişsindir, iş yazmak meselesine gelince bir ciddileştim, insan gibi konuşmaya başladım. İşte, o derece profesyonelim.

İnandın mı hemen? Profesyonelliğe atlayayım… Oğlum, ben gerçek dünyadan ve beraberinde gelen gerçek her şeyden uzakta kalmak için çok okuyup, çok yazmaya başladım. Bir de aşırı derecede yetenekli olduğum için. Haha!

Aşk ve Tapınma Üzerine...

Son günlerde ne yaşadığımı anlatmama izin ver. Birisi çıksın bana aşık olsun, hayır, tam olarak aşk değil demek istediğim… Birisi çıksın ve bana tapsın istiyorum. Herifi elime alıp, maymun edeyim… bitireyim istiyorum. Evet, farkındayım çok sağlıklı bir düşünce gibi gelmiyor kulağa… ama istediğim şey bu. Bir değişiklik olsun diye belki, belki de bu aşk meselesi götüme kaçtıkça içimdeki sadisti ağzımdan doğru dışarı itiyor olabilir… bilemiyorum, ama önemli değil. Ben, bir adamı mahvetmek istiyorum ve bence önemli olan nokta tam olarak bu.
Öte yandan şimdi böyle güzel güzel atıp tutuyorum ama, bu dediğim gerçekten olsa muhtemelen benim durumum o heriften daha kötü olacağı için gene kaçanlar bana kaçacaktır sanırım.
Hee anladık, kadınım ben, incinmeye daha müsaitim. Yok öyle bir şey, ne kadınlar var… bildiğin taş, taş. Maşallah ablama bak be!
Oğlum biriniz şu ibişi alsanıza başımdan ananızın hakkı için… Kafa karıştırıyor, yazdığımdan bir bok anlamadım yemin ederim.
Şimdi ne anlatıyor bu geri zekâlı dediğini duyar gibiyim sevgili okuyucu… Ne yani başlığı gördün ve aklına ilk gelen fikir sana aşkın ve aşka bağlı tapınma durumunun nasıl işlediğini filan anlatacağım mı oldu? Kişisel gelişim, ya da psikoloji kitabı mı yazıyoruz burada? Delirmeyin oğlum… gidip Freud filan okuyun azıcık. Her şey seksle alakalı imiş ve bütün bunlar hep Amerika’nın oyunları!

Özür dilerim, ciddi olamıyorum ben pek… bu hayvan buradayken pek mümkün olamıyor. Gerçi ciddi olacağıma dair söz verdiğimi de hatırlamıyorum. Neyse efendiler, konuya dönelim. Önemli işler bunlar, aşk filan… Farkındayım dünyanın en öküz kadını imajı çiziyorum bazen, ama aslında özümde iyi biriyim lan. Tanısan seversin…
Ben mesela bu ruh eşi meselesine çok takığım sanırım, anlayamıyorum… içinizde buna inananlar varsa kusuruma bakmasın, ama çok saçma bir şey lan bu. Dünya üzerinde, o kadar insanın içinde, yalnızca o ikisi birbiri için yaratılmış? Allah aşkına azıcık akıllı olun… Bugüne dek, defolup gitmeden hemen biraz evvel kaç kişi bana kendilerinin “ruh eşi” olduğumu söyledi biliyor musun sen? Oysa durum şu: Ben ortalama bir kadından çok daha fazla öküz olduğum ve bu adamların da hepsi öküz olduğu için öyle bir izlenim edinmiş olabilirler bir anlığına… hem gençlikte öyle denyoluklar olur gerçi, ben de zamanında birilerinin ruh eşim olduğuna inanmışımdır. Evet… ulu orta itiraf etmek istemediğimden böyle sinsi gibi söylüyorum bunu, ne var? Bir insan bir diğeriyle uygundur, ya da değildir… böyle. Bu uygunluk bazıları için devamlılık gösterebilir, ki ne mutlu onlara… arada imrenmiyorum dersem yalan olur şimdi. Serde kadınlık var neticede. Diğerleri içinse, genellikle bu uygunluk durumu bir noktada son bulur, ayrılırsın, biter… mi? Bitmez. “Ruh eşim” dediğin adam için birkaç gün sonra, “Ulan ben bu ayıyla nasıl birlikte olmuşum be?” demeye başlarsın. İçin içini yer, arada kendinden ve genellikle bu eski ruh eşinden (eski ruh eşi de iyi oldu bak, tam demek istediğimi söyletti çaktırmadan) tiksinirsin… Hepiniz bu dediğimi tecrübe ettiniz, hiç inkâr etmeyin yemezler. Ama aşk iyidir bokunu çıkarmadıkça. Ben ettim, siz etmeyin.
Şahsen ben biraz hıyar bir insan olduğum için azıcık yüzüme gülen hemen herkesin peşine takılıp gidiyorum. Oğlum gülme lan, benim bir insana bağlanma hızım bildiğin ışık hızıyla yarışır. Çok acılar çektim, çok örselediler beni… Hahaha! Olur mu lan öyle şey? Olur da, söylediğim kadar acınası durumda değilim bildiğim kadarıyla. Birileri geldi işte; yedik, içtik, eğlendik, konuştuk, seviştik, öpüştük… sonra başkalarıyla da bunları yapmanın güzel olabileceğine kanaat getirdik. Bu işler böyle, gerçekçi olalım. Ama yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için belirtmek zorundayım şimdi, aldatmak-aldatılmakla ilgili değil bu söylediklerim. Ben “gönül ilişkileri”nde aldanı-aldatı üzerine konuşmam. Zira şahsen aldatmak ve aldatılmak meselelerinin gerçek olduğunu düşünmüyorum, benim anlayışıma göre bunların ikisi de yoklar aslında. Dolayısıyla üzerine konuşulacak bir şey de yok bu konuda. Ha, aynı anda bir kişiyle yetinebilen insan var, bir de bununla yetinemeyen insan var. Bu durum da bu ikisinin meselesi, beni hiç alakadar etmez. Herkes kendi işine baksın. Sen de üzme kendini boşu boşuna, seninle hiç ilgisi yok bu durumun sonuçta. Saçmalama…
Neyse oğlum, onu bunu bırak da öpüşmek güzel bir şey ha… bak aklıma getirdiniz gecenin bir yarısı şimdi. Ağzı burnu güzel bir adam bulsam ben de öperim, neden öpmeyeyim? Sonra bir bakmışsın Bucu ablam aşık olmuş, Purçik yenge de onu kurtarmak için taklalar atıyor… gerçi bazen ikisi birden aşık oluyor, işte o zaman durum fena. Allahtan ikisine birden aynı anda hitap edebilecek bir adamı bulmak çok zor da, oradan yırtıyoruz bir nebze.


Neyse, onu bunu bırak da… ne diyordum? Hah! Ağzı burnu güzel adam dedim, var mı tanıdığın biri? Numaramı ver, beni bulsun…