Pazartesi, Aralık 13, 2010

Geçer Geçmez

Ağlamak istiyordu yazar o gece... Her saniye biraz daha büyüyen bu hisle çarpışmak yoruyordu insanı. Zorlanmaktan bıkmıştı, yalnızlıktan da. Aslında yalnız değildi o gece yazar. Ama her nasılsa yapayalnız hissediyordu kendini.
Bu yalnızlığı kendi seçmişti oysa. Peki şu anda hissettiği bu bütün hüzün nedendi? Bilemiyordu. Ümitlenmişti belki... belki ümitlendirilmişti. Boş, boşuna ümitler... Ümitlerinin boşuna çıkması mıydı yazarı bu denli yalnız bırakan? Öyle sanıyordu. Ağlasa geçer miydi ki? Peki ya anlatsa saatlerce geçebilir miydi? Bu soruların cevaplarını herkes gibi yazar da biliyordu. Geçmezdi... geçmeyecekti. Düşündükçe, içinden çıkamadıkça vazgeçti yazar...
Sonunda soğuk havaya teslim etti kendini. Kupkuru ayazın ciğerlerini delip geçmesine izin verdi, bir geceliğine. Sabahın ilk ışıkları görünmekte iken ayazla vedalaştı, kar bulutlarına selam verip penceresini kapadı. Perdeleri çekerken gülümsüyordu... Geçecekti, biliyordu.
Uyumadan önce son kez pencereyi araladı, perdelerin ardına saklanarak gökyüzünde gördüğünü sandığı yüze doğru fısıldadı; "Geçer geçmez geliyorum."

Perşembe, Ekim 14, 2010

Şizofman İçin Karalamalar

Günün en güzel saatinde

Bir merhabaydı duyduğu

Her rastlantı gibi geldiğinde

Herkesin en mutlu olduğu



Harfler kalkıp gidiyor hikayemden, durduramıyorum. Anılardan bahsetmek istemediğimi anlıyorum, gerçekler anlatmak istediğim, hissettiklerim..


Çok eski değil, en eski de değil hayatımda. Ama en çoklardan biri. Hani şu üçlü... onların bir diğer "tek"i. Burada 'tek' kelimesinin neden tırnak içerisinde olduğunu az sonra anlayacaksınız, bir-iki paragraf daha sabredin.

Aylarca konuşmadığımız olabiliyor bazen, sonra sanki hissetmiş gibi tam da ihtiyacım olan anda bir ses ediveriyor. Canı sıkıldığı, yalnız kaldığı için değil arayışı... özlediği için, ya da öyle istediği için, sebepsiz. Anlayamıyorum, fakat anlamak da istemiyorum. Sanırım en çok bu gizemin, gizem oluşunu seviyorum.

Ben pek konuşkan değilim, genellikle. Buna rağmen bugüne dek, tam otuz saat boyunca konuşmayı başarabildiğim tek insan o. Herşeyini bildiğimi sandığım, herşeyimi biliyor sandığım ve yine de zaman zaman kendisiyle ya da benimle ilgili beni şaşırtmayı başaran tek insan. Aslında herşeyimi bilen bir kaç kişiden biri, ancak herşeyin her ayrıntısını bilen tek. En yakınlarımdakilere dahi yanlış anlaşılabilirim korkusuyla, belki de sırf utandığımdan diyemediğim herşeyi anlatabileceğim, asla utanmayacağım ve beni asla utandırmayacağını bildiğim tek kişi belki. Şüphe duymayacağım, tek. Durumumu bilen, anlamasa da anlayış göstermeyi başarabilen tek. Bir krizin öncesinde ve sonrasında yardım aldım pek çok kişiden, ama o, devam eden bir krizi durdurabildiğine şahit olduğum tek insan. Konuştuğumda bir kez bile inanmazlık görmediğim, aksine gözlerinde koşullar ne olursa olsun hep destek gördüğüm tek tanıdığım. Benim hayatımda yer etmiş ve ona kesinlikle ters olan şeyler için dahi yutkunup yanımda kalabilecek gücü kendinde bulan, ihtiyacım olduğunu bildiği her an kilometrelerce uzaktan elini omzuma koyabilen dosttan öte desteğim.


"Gerçek dost sizinle birlikte ağlayan değil, ağlarken sizi güldürmeyi başarandır." diye bir söz vardır ya hani. İşte bu cümlede adı geçen 'gerçek dost' onun ta kendisi. Hissediyor, biliyor bu düşüncemi içten içe. Biliyorum. Bildiğini bilmek, anlatamıyor olmanın ağırlığını hafifletiyor biraz da olsa. (Keşke gerçekten ne denli değerli olduğunu ona anlatabilecek gücüm olsa, keşke herşeyi açıklayabilecek kadar kuvvetli olsa kalemim diye düşünüyor yazar.) Sonra bilgisayar ekranındaki boş sayfayı açmış, elimden geldiğince anlatmaya çabalıyorken buluyorum kendimi. Yerini asla dolduramayacağımı biliyorum, kimsenin anlamasını bekliyor değilim. (Sonraki cümleyi yazarken hafif bir tebessüm eşliğinde ekrana göz kırpacak yazar.) Sen anlıyorsun.

Cuma, Eylül 17, 2010

Arada Bir Yerde

Açık pencerenin önünde oturmuş, güneşin doğuşunu bekliyordu. Tedirgin görünmüyordu, ama huzurlu da sayılmazdı. Yalnız insanlara özgü, o garip ifade, yüzüne vuran güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanıyordu.
Ay henüz tam anlamıyla kaybolmamış ve güneş de tamamen doğmamıştı. Gece ve gündüzün arasında durduğunu hissedip gülümsedi önce, sağına soluna dönerek birşey arar gibi. Sonra paylaşacak kimse olmadığını fark edip, iç çekerek koltuğundan kalktı. Birkaç adım attıktan sonra, geri döndü ve sehpanın üzerindeki fincanı aldı, pencereyi ve perdeleri kapatıp mutfağa girdi. Fincanı lavabonun içine bırakıp, tezgaha yaslanarak bir süre durdu. Düşünceli görünüyordu. Musluğu açıp fincanını çalkaladı ve sıkıntılı, güçsüz adımlarla mutfaktan çıktı.
Kısa bir süre sonra yatak odasının kapısında durmuş, büyük, boş yatağa bakıyordu. Gözlerinde, birikmiş göz yaşları ışıldadı kafasını yukarı kaldırırken. Başını indirdiğinde göz yaşları akıyordu yanaklarından. Yatağa girdi, her zamanki gibi yatağın sağ tarafına kıvrıldı ve solundaki yastığa sarıldı. Gözlerini yummuş bir halde uzun süre bekledi. Sonra yastığı bırakıp ardına dönerek biraz da böyle bekledi. Uyuyamıyordu. Yatakta doğrulup, solunda duran yastığı karşı duvardaki fotoğrafa fırlattı ve
"Gece ve gündüzün arasında duruyorum, duyuyor musun?" diye haykırdı...

Çarşamba, Eylül 15, 2010

Yazı İşleri

Güne her zamankinden farklı başlamadım. Bugün farklı herhangi birşey yapmış da değilim. Ama nedense farklı gibi herşey, farklı görünüyor bugün bana. Sanki kafamın içerisindeki panik biraz olsun durulmuş gibi. Ya da sesler daha suskun.
Huzur bulmadım, huzur değil hissettiğim. Ama az da olsa sakinleşmiş gibiyim bugün. Mutfağa girdiğimde incelemedim etrafımı korkuyla. Oturduğumda korkmadım ayaklarımı uzatırken koltuğa. Hala hissediyorum eski sıkıntılarımı, ama sorun değil. Biraz olsun sakin uyanmak güzel kıldı günümü.
Yine vazgeçmek beklemekten, birşeylerin yoluna girmesini. Beni özgür kılan bu oldu, sanıyorum. Sanıyorum yeniden yazabileceğim bugün. Umutluyum. Huzur bulacağım bugün yazabilirsem. Uzun zamandır uzağımda kalan o his, yeniden yanıbaşımda olacak. Heyecanlanıyorum bunu düşündükçe, heyecanlanmaktan kendimi alamıyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor, yazabilmek fikri bile mutlu kılıyor...

Cumartesi, Ağustos 28, 2010

Döngü

Yorgunum, uykusuzluktan yorgunum ve yorgunluktan uykusuz.. Bir kısır döngü içerisindeyim yine.. İstiyorum, olmuyor.. Ya da oluyor, isteyemiyorum..
Sıkıntıdan yorgunum bugün.. Yorgunluktan sıkkın.. Bir başka kısır döngü içerisindeyim yine.. Yapıyorum, olmuyor.. Yapmayınca oluveriyor..
Yardım değil istediğim, destek bekliyor da değilim.. Anlayıp yalnız kalmak, yalnız kalıp anlamak istiyorum sadece.. Umutlu bir yalnızlık istiyorum.. Anlaşılabilir bir yalnızlık..
Sevgi istiyorum, istemiyorum.. Şefkat istemiyorum.. Yanımda olmayın bugün.. Bugün uzaktan, çok uzaklardan sevilmek istiyorum.. Umutlanmak istemiyorum, hayal kurmak istemiyorum.. Sizi istemiyorum bugün, kendimi istemiyorum.. Gerçeğe uyanmak istiyorum bu defa uyuduğumda.. Ne olacaksa olsun istiyorum, ne olacaksa göreyim..
Ama bugün için yalnız kalabilmeliyim..

Çokomalimim

Tanıştığımız günü dün gibi hatırlıyorum diyebilmeyi çok istediğim, ama hatırlayamadığım üç kişiden biridir o.. Aynı zamanda bu üç kişi, en sevdiğim üç kişidir de.. Arkadaş değil, kardeş kategorisine dahildirler.. Üçünü de eşit seviyor olmama rağmen, onun başka özellikleri vardır ki diğer herkesin arasından sıyrılmasını sağlar benim için.. Neresinden başlayacağımı bilemediğim bu hikaye çok özel bir günle başlamalı anlatılmaya..

***

Bir gün işe gittiğimde ofiste bekliyordu.. Bana bir sürprizi olduğunu söyledi, elinde üzerine delikler açılmış bir kutuyla, masanın arkasına bir şey arıyor gibi bakınarak.. Sonra duvarın dibinde yerde yürüyen minicik şeyi alıp tanıştırdı bizi, "Rıfkı".. Kendisine bir gonzales almıştı ve bana da bir tane almıştı hazır oradayken.. O günü hiç unutmayacağımı ben biliyorum, o bilmiyor.. ama az sonra herkesle birlikte kendisi de öğrenecek.. O gün benim hayatımda ilk defa sebepsiz bir hediye aldığım gündür.. Daha fazla uzatıp o günün özelliğini kaybetmesine göz yummayacağım şimdi.. Bilmeniz gereken tek şey şu ki, o, "Sadece o anda aklında yer edinebildiğiniz için size bir canlı hediye edebilen"dir..


Evlerimiz yakındı uzunca bir zaman için ve herşey çok güzeldi o zamanlar.. Gecenin üçünde keyifli olduğum (olduğu) için, ya da keyifsiz olduğum (olduğu) için kapısını çalabiliyordum.. Bazen sadece yeğenimi (Brownie) sevebilmek için gittiğim yerdi orası, bazen sadece diğerlerinden uzaklaşmak için.. Kendimi güvende hissettiğim çok az yerden biriydi onun evi, o orada olduğu için.. Kendi evimde ağladığımı bildiği için üşenmeyip gelir, beni yataktan çıkarıp kendi evine götürür ve oyalardı çocuğu gibi.. Onun için yemek yapmayı severdim, benim için yemek yapmasını da severdim.. Yediğim en iyi kanlı parmağı (salçalı sosis) pişiren kişidir de aynı zamanda.. Şimdi eskisi kadar yakın değil evlerimiz, ama inanıyorum ki biz hala öyleyiz.. Yalnız kaldığımda, ya da kalamadığımda, gece müzik dinlerken, burada olsa da, olmasa da hala dertleşiyorum onunla.. Ailemin duvarlarla sohbet ettiğimi sanıyor olması önemli değil, bilmiyorlar orada onun olduğunu.. Bilmiyordu bunu yaptığımı, belki hissetmiyordu da, ama okuyacak herkesten çok daha iyi anlayacağı kesin.. (yazar kıkırdıyordu bu son satırları yazarken.) Kısacası, yakın ya da uzak olması fark etmez, çünkü o daima "Kronik komşu"m olarak kalacak..


Hiç gitmek istemediği bir yere bile, ben tek başıma gitmekten korkuyorum diye gelebilendir o.. Pek çok yerde, pek çok partide dans ettim onunla.. Herşey bir yana da, dans edebilendir o, dans ettirendir aynı zamanda.. Bazılarında migren kisvesi altında ne badireler atlatıldığını biliyorum.. Hala bazen çilekli kokusu geliyor burnuma migren ilacının.. "Ne yapıyor acaba bu ara, iyi mi?" diye sık sık anıyorum ismini.. Diğerlerinin kelimenin tam manasıyla yalnız kalabilmesine hep imrenmişimdir ve bu konuda beni anlayabilecek tek tanıdığımdır o.. En korkutucu sanrılarımla dalga geçebileceğim kişidir ve bu şakaların aslında pek de şakayla ilgisi olmadığını en iyi bilendir.. Bu konuyu da çok uzatmayacağım.. "Aslında normal olan bizleriz, onlar deli" diyebileceğim kişidir o..


Anlatabileceğim çok şey var onunla ilgili, ama daha fazlasını paylaşmak istediğimden pek de emin değilim.. "Mim" diye çağıranlar da vardır onu, "Mali" diye de.. Ama onu tanıyan herkes bilir ki, "Çokomel"dir o aslında.. (Bu son cümleyi yazarken de kıkırdamış olabilir yazar, kimbilir..)


Doğum günün tekrar kutlu olsun... İyi ki de doğmuşsun!

İyi ki varsın... İyi ki dostum olmuşsun!

Cumartesi, Temmuz 10, 2010

Gecenin Sınırını Aşmak

Gölgelerin dansını izliyordu.

Yanan sobanın ateşi, küçük pencerelerden, ufacık birer güneş gibi etrafa yansıyor, yayılıyordu. Gölgeler bu küçük güneş ışıklarından kaçışırken adeta dans ediyor gibiydiler.

-Yalnız mıyız? diye sordu, genç.

Sesi boşlukta yankılandı. Genç, köşede duran sobayı ardına almış, karanlık odanın ortasında, yere bağdaş kurmuş oturuyordu. Karşısında, tavana bitişik, küçük ve yuvarlak bir pencere vardı. Genç başını kaldırmış, dua eder gibi bu pencereden görünen dolunaya bakıyordu.

Ay gitgide uzaklaşıyor, bu esnada genç, duvara yansıyan gölgeler gibi titreşiyordu.

-Bu ikinci yaşamı bu şekilde hayal etmemiştim, bana böyle anlatmamıştın. diye inledi genç.
-Sana aşılmaması gereken sınırları da anlattığımı hatırlıyorum. dedi yükseklerden gelen boğuk, yaşlı bir ses.
-Ölüm bir başlangıç olmalıydı, son değil.
-Her yaşamda kurallar var genç adam ve bu içinde olduğun an, kendine hazırlamış olduğun bir son.
-Yalvarırım bir şans daha...
-İyi uykular genç adam...

Bu cümlede iğrenç bir donukluk vardı ve yaşlı adamın söylediği son şey bu oldu. Yukarıda bir yerde, bir kapağın kapanma sesi duyuldu. Genç adamın titreyişi gitgide artıyor, ay gözden yavaş yavaş kayboluyordu. Genç adam titredikçe, odada metalik bir ses yankılanıyordu.

Bir kaç saat içerisinde oda aydınlanmaya başladı ve yerde bağdaş kurup oturmuş silüetin çıplak, genç bedeni, grimsi tenini saran büyük zincirler ve ardındaki siyah, uzun bukleleri görüldü. Oda gittikçe aydınlanıyor, genç adam daha da çok titriyor ve bedenine tutunmuş zincirler birbirine sürtünüp şıngırdıyordu.

Küçük pencereden güneş büsbütün odaya dolduğu sırada, betona çarpan metalin çığlığı odayı sardı. Zincirler yere düşerken, yerden bir avuç dolusu kül havaya saçılıp, titreşerek etrafa dağıldı.

Güneş ışınlarının ulaşamadığı, duvarın kör noktasında bir gölge, buklelerini savurarak pencereye uzandı ve sobanın küçük güneşleri bu eli yakalayıp yok ettiler. Havada kalan son kül zerresi, duvardaki gölgenin bukleleri arasından süzülen kızıl sıvıya konup eridi.

Cumartesi, Haziran 26, 2010

O Yeşili İstiyorum!

Defalarca beklemeyeceğim dedikten sonra, bugün yeniden beklerken buldum kendimi.. Hayat ne garip.. Konuşturuyor insanı ve ardından da yutturuyor tüm söylettiklerini.. Mutlu değilim yine bekleyişimden, zamanın hızla akıp gidişinden de mutlu değilim, zaman akmıyor hissinden de.. Bugün mutlu değilim kendimden.. Umutsuzluktan mıdır, yoksa yalnızlıktan mı bilemiyorum.. Belki de yalnızca tükürdüğümü yalıyor oluşum huzursuz ediyordur beni.. Her ne sebeple olursa olsun bugün mutsuzum.. Tek umudum bu geceye, bir iki dost sohbetine, biraz gülümsemeye..
Yeniden yanılıyor olmaktan korkuyorum.. Yeniden kaybolmaktan, ya da kaybetmekten bazı şeyleri.. Hissizim günlerdir.. haftalardır.. Birşeyler değişiyor mütemadiyen, ben aynı kalıyorum.. Hissizleşmekten korkuyordum en çok bunca zamandır.. Fazla kafa yormamak gerekiyormuş korkulara, bugün onu da anladım.. Korktuğum başıma gelince..
Duygularından başka tutunacak hiçbirşeyi olmayan ben, bugün hissedemiyorum hiçbirşeyi..
Mutlanmak istiyorum bugün, hiç yoksa umutlanmak.. Ya olursa, olursa ne güzel olurdu diyebilmek ve gülümsemek istiyorum.. Ya olmazsa, olmazsa diye düşünüp hüzünlenmek sonra.. Sonra kovalamak kötü düşünceleri, olursa fikrine sıkı sıkıya saplanıp kalmak, hayal kurmak istiyorum bugün..
Yalnız olmak istiyorum bugün evet.. Ama kafamın içinde yalnızca.. Kalbimde yalnız kalmak, yalnız bırakılmak değil istediğim bu gece için.. Güvenecek bir ikinci kalp istiyorum..
Bir öpücük istiyorum çok mu? Daha önce de anlatmıştım o ihtiyacımı.. Masum demiştim, ben yanındayım diyen bir öpücük hani.. Onun gibi yine bir öpücük istiyorum.. Sıkı sıkı sarılsın istiyorum biri bana, bırakmayacak hiç sanayım, umutlanayım istiyorum.. Biri bana sarılsın istiyorum çok mu? İçimde birşeyleri tamamlasın istiyorum birisi beni kucaklayarak.. O birisi ailem olmasın istiyorum, arkadaşım olmasın.. Yarı yabancı, yarı tanıdık olsun.. Yeni tanıdık olsun istiyorum.. Soyadım aklını karıştırıyor olsun daha, şaka gibi buluyor olsun henüz, alışmamış olsun soyadıma, garipsesin istiyorum.. İsmimle dalga geçsin istiyorum, ama yüzüme gülümsesin, sarılsın istiyorum bana bu birisi..
Yalandan gülümsemek istemiyorum bugün, başkalarına umut vermek istemiyorum gülümseyişlerimle.. Birisi yüzüme yalandan da olsa gülümsesin ki, ben umutlanayım istiyorum..
Biraz yeşil istiyorum bugün hayatımda çok mu?
O yeşili istiyorum..
O yeşili bugün istiyorum!
Bana ihtiyacım olanı versin istiyorum, yalandan gülümsesin istiyorum, sarılsın istiyorum, yanağımdan öpsün istiyorum çok mu be?
Yok mu bana biraz umut verecek yemyeşil bir babayiğit?
Gel de yeniden öykü yazabileyim...

Cuma, Haziran 11, 2010

Rehber

Karanlıkta oturuyordu. Dikkatini çeken sese doğru döndü, fakat pencereden içeri süzülen zayıf ışık huzmesi üzerinde oynaşan birkaç gölgeden başka hiçbirşey göremedi.
Yalnız olduğundan emin olmak için kalktı, etrafı dolaşmaya başladı. Oturma odasının boş olduğundan emindi, bu yüzden buradan pek de dikkat etmeden ayrıldı ve hızla bitişikte bulunan mutfağa girdi. Mutfakta da kimse olmadığına kanaat getirince, hole kafasını uzatıp dikkatle baktı. Kendi kıstaslarına göre boşluğa yeterince baktıktan sonra, sırasıyla banyo ve yatak odasını da inceledi.
Bunca araştırma neticesinde evde yalnız olduğuna ikna oldu ve tekrar oturma odasına döndü. Geniş kanepeye uzandı ve kitabını eline aldı. ‘Stephen King’in “Cep” isimli romanını okuyordu. Piyasaya çıktıklarından beri cep telefonları onu hep irrite ediyordu, bu yüzden de bu kitap çok ilgisini çekmişti. Kitabı okumaya başladığından beri de, cep telefonlarına karş duyduğu bu korku biraz daha artmıştı. Kaldığı yeri bulmak için koyduğu ayraçı tutup sayfayı açtı ve daha önce bıraktığı yerden okumaya başladı. Bir iki cümle kadar okuyabilmişti ki, bir ses daha duydu. Bu kez duyduğu ses daha anlaşılırdı. Ses devam ederken, iyice anlaşılır bir hal aldı ve gayet net bir cümle duyuldu,
“Korkman gereken şey bir kitap, ya da bazı makinalar değil.”
Sesin geldiği yöne bakarken aklını kaybettiğini düşünüyordu. Odada kendisinden başka kimsenin olmadığından emindi. Ama yine de bakmaktan kendini alamadı. Baktığı yerde gördüğü şey neticesinde irkildi. Çünkü eve bir karga girmişti. İşin asıl ilginç noktası ise karganın koltukta oturuyor gibi görünmesiydi. ‘Tanrı’m aklımı oynatıyorum. Koltuğumda bir kuş oturuyor ve benimle konuşuyor.’ diye düşünmüştü ki, sesin cevabı gecikmedi,
“Evet! İşte bu, korkman gereken, o ismini andığının ta kendisi olmalıydı.”
“Tanrı mı?”
“Elbette.”
“Ne yani seni o mu gönderdi?”
“Kusursuz bir zekanız var bayım.” diyen karga kendi türüne özgü, duyanın kanını donduracak türden bir kahkaha attı.
“Peki ama, ne için geldin? Sohbet etmek, ya da benimle dalga geçmek için olmadığını varsayıyorum.”
“Tanrı’m... Bir kuşun vücudunda oturan benim, fakat bu kuşun beyninin nerede olduğunu artık merak etmiyorum. Karga metaforunu hiç mi duymadın be adam?”
“Anlamıyorum... sen ne...”
“Şu temiz yüzlü, takım elbiseler giyen yakışıklı mı olmalıydı? Yanlış hatırlamıyorsam filmini yapmışlardı, öyle değil mi? Ellerinden geleni yaptıklarını biliyorum, ama yine de gerçek yüzümü küçümsediklerini söylemeliyim...”
“Nasıl? Şekil de mi değiştiriyorsun?”
“Tanrı’m, hayır! Ben yalnızca tüm dünya dillerini konuşabilen bir kargayım.”
“Beni küçümsemekten vazgeç! Hergün oturma odamda bir kargayla sohbet etmiyorum!”
“Pekala, o halde son bir ipucu veriyorum. Ama bu kez de anlayamazsan gerçekten aptal olduğunu kabul etmem gerekecek.”
“Kuşların gerçekten de çeneleri düşük oluyormuş...”
“Kutsal ironi! Bu donuk cesetin espri anlayışı bile varmış. Hayret verici...”
“Kim, ya da ne olduğunu söyleyecek misin, söylemeyecek misin?”
“Tamam tamam, bu kadar işkence yeter. Zaten az sonra yüzünün alacağı yeni şekli de merak ediyordum. Orağım yanımda olmadığı için üzgünüm. Cüppe giymiş iskelete ne dersin?”
Karga sözlerini bir kahkahayla bitirir bitirmez, bir kaç saniye içerisinde bahsettiği cüppeli iskelet şekline büründü. Gördükleri ve duydukları neticesinde zavallı adamın yüzündeki renk attı, omuzları düştü ve gürültülü bir şekilde yutkundu.
“Sanırım bunun bir rüya olmasını dilerdin. Ama maalesef öyle değil. Büyük annelerinizin de söylediği gibi, ‘vakti gelen gidiyor’. Şu anda olan da bundan ibaret. Ben görmek istediğim ifadeyi gördüğüme göre, seni daha fazla korkutmayacağım. Lütfen gözlerini kapa, son anlarında kör olmak istemezsin.”
Meleğin sözleri daha sonlanmadan, adam gözlerini kapamıştı bile. Bir melekle konuşmuş olma fikri adamı içten içe gururlandırsa da, bu meleğin Azrail oluşu oturduğu yerde büyük çiviler varmışcasına rahatsız ediyordu. Gözleri hala kapalı olduğu halde odaya dolan, sırasıyla parlak sarı, pembe ve yeşil ışıkları fark etti.
“Bu ışıltılar yüzünden mi kör olacağımı düşündün?”
“Evet, ama bu tam anlamıyla bir düşünce sayılmazdı. Daha önce sözlerime kulak asmayan bazı meraklı kişileri de götürmem gerektiği oldu ve senin de takdir edeceğin üzere, sonuçlar pek iç açıcı değildi. Gidilecek uzun bir yol ve bu yolda görülecek çok şey var. Ama son dakikalarında körleşen kişilerin ruhları da yolda önlerini görmekte zorlanıyorlar, uzun bir müddet. Bütün insanlık için tek bir melek olmak yeterince zor değilmiş gibi, bir de yol tarifi yapmak işime gelmiyor.”
“Hemen mi gideceğiz?”
Diye soran adam, koltukta elinde kitapla uzanmış bedenini görünce cevabın ne olduğunu anlayarak ekledi,
“Sanırım hemen gideceğiz...”
Pencerenin önünde duran adama baktığında, bu defa gerçekten de bir melekle karşı karşıya gibi hissetti, az önce iliklerine dek duyduğu korku, şimdi yerini dramatik bir romantizme bırakmıştı. Etrafından rengarek ışıklar saçan, kusursuz görünüşlü yolculuk rehberinin yanına doğru ilerlerken, önünde duran kahve sehpasının içinden geçtiğini farketmeyecek kadar sarhoştu.

Panik

Vapurda takip ediyorlardı beni, keza sokaklarda dolaşırken de öyle... Eve gittiğimdeyse karşı binadan beni izlediklerini gördüm. Amaçları neydi, neden peşime takılmışlardı bütün bir gün boyunca, bilemiyordum...
Kimsenin işine karışan, kimsenin canını sıkan birisi de değilimdir üstelik... Onlarcasını peşime takmak isteyecek kadar kızdırdığım kişi kim olabilir? Ah! Belki de o adamdır. Ziyadesiyle sıkıntılı ve düşünceli görünüyordu o parkta otururken. Hem yanında da onlardan vardı, üstüne üstlük çok da kalabalıklardı. Yanına gidip bütün bu bağırış çağırıştan rahatsız olup olmadığını sorduğumda yüzüme bile bakmamıştı. Belli ki dostlarına hakaret ettiğimi düşünmüş olmalı diye özür de dilemiştim kendisinden oysa. Ama özrümü kaile almamış olsa gerek. Lanet olsun! Ne kadar da boş boğazım.
*****
Mutfak penceresinden onları, onların beni izleyişini gözlüyordum yemek yediğim esnada... Oturma odasında kitabımı okurken de öyle. Bütün bu olanlara hiç bir anlam veremiyordum. Gece yatağıma gitmeden son kez baktığımda, hala karşı binadan beni izlemeye devam ediyorlardı. Yapacakları herhangi bir saldırıya karşı hazırlıksız olmak fikri neticesinde duyduğum tedirginlik zihnimi öylesine zorladı ve meşgul etti ki, bütün gece uyuyamadım. Aslında gece onlara baktığım son bir kaç sefer uyuyor gibi görünüyorlardı. Ama elbette buna güvenecek değildim. Öyle ya, efendilerinin (ya da dostlarının, her neyse...) canını sıkmıştım, üstelik de bizzat kendilerini kötüleyerek. Tanrı’m keşke o sözcükler ağzımdan hiç çıkmamış olsaydı. Kendilerine göre kızmakta oldukça haklı sebeplere sahiptiler. Oysa ben onlara karşı herhangi bir düşmanlık beslemiyordum... beslemiyorum.
Gün doğarken, günün ilerleyen saatlerinde karşılarına çıkıp, onlarla yüzleşmeye karar vermiştim ki, tam da o sıralarda sızmış olmalıyım. Yatak odamda, pencerenin önündeki kanepede uyandığım esnada günün öğle saatleri epeyce geçmişti. Neredeyse akşam olmak üzereydi. Eğer onların karşısına çıkacaksam bunu bir an evvel yapmalıydım, zira alacakaranlıktan sonra karşılaşmamız fikri ensemdeki tüylerin ayaklanmasına sebep oluyordu.
Balkon kapısına geldiğim sırada içlerinden birinin çığlığa benzer bir sesle kahkaha attığını işittim. Bu ses öylesine soğuk ve korkutucuydu ki uzunca bir an kapının önünde öylece kaldığımı sanıyorum.
Kendimde biraz hareket edebilecek gücü bulduğum an hemen ceketimi ve ayakkabılarımı giyip evden çıktım. Duyduğum kahkahadan sonra onlarla yüzleşmek istemediğimden emindim. Bu sebeple de dostları, pek konuşmayan ve büyük olasılıkla bu yaratıkları peşime takan adamı görmem gerektiğine karar verdim.
Yol boyunca yine beni izlediler, çoğunlukla sessizdiler, ama zaman zaman içlerinden biri o korkunç kahkahalardan atıyordu. Onlardan korkuyor oluşum belli ki kendilerini çok eğlendiriyordu. Vapurda bu kez havanın güzelliğine inat edercesine içeri oturdum. O lanet olası yaratıklardan bazıları ise bana en yakın pencerenin önüne kadar gelip her bir hareketimi izliyorlardı.
Bir süre daha bu kovalamacayı sürdürdükten sonra, önceki gün sessiz adamı gördüğüm parka ulaştım. Pek ümidim olmamasına karşın adamı hala aynı yerde –tam olarak önceki gün bıraktığım noktada– otururken buldum. Ben de gidip sessizce yanına oturdum ve sıkıntımı anlatmaya koyuldum ;

-Hala buradasınız...
-......
-Şey, şu arkadaşlarınız... Yani gerçekten can sıkıcı ve korkutucu olmaya başladı...
-......
-Ben söylediklerim için... herşey için çok üzgünüm... Lütfen söyleseniz ve geri çekilseler.
-......
-Benim hiç kimseyle bir alıp veremediğim yok bunu anlamalısınız... Ne sizinle, ne de dostlarınızla... Sadece boşboğazlık ettim... Hepsi bu...
-......
-Pekala, siz düşünün ve kararınızı verin öyleyse... Ben, gerçekten, özür dilerim. Hoşçakalın.

*****
Konuşmamızın üzerinden tam yirmi yedi gün geçti ve martılar hala zaman zaman gelip beni kontrol ediyorlar. Artık aldırmıyorum onlara ve histerik kahkahalarına. Çünkü, şimdi anlıyorum ki yalnızca çılgın zihinlere sahipler. Üstelik o adamda da garip bir şeyler vardı. Yani, bir insan nasıl olur da bu kadar sessiz olabilir ki? Tıpkı bir heykel gibi...
Şimdi tüm o olup bitene anlam yüklemeye çalışmıyorum. Düşündüm de, aynı anda hem kahkaha, hem de dehşetengiz çığlıklar atmayı başarabiliyor martı denen yaratıklar. Deliliklerine veriyor, hallerine gülüp geçiyorum...