Salı, Eylül 02, 2008

Ruh Hali Tıkıntısı

Yanına yaklaştıkça
Kızıllaşan gözlerinden korktuğum
Ölüm,
Ne güzel görünüyorsun uzaktan...
İçinde yaşlanmaktan korktuğum
Yaşam,
Ne masum görünüyordun uzaktan...

Bir uçtan diğerine
Savrulmaktan yorulan zihnim,
Kararsızlıktan bitap düşmüşken,
Tam ortalarında duruyorum
Yaşam ve ölümün...
Bakıldığında eşit uzaklıktan
Her ikisi de eşit oranda korkutucu
Ve güzel olduğundan...

Bir zamandır
Ölüm ve yaşam
Arasında sıkışıp kalan
Zavallı ruhuma annelik edip,
Onu beklemenin erdemine
Alıştırmaya çalışıyordum.
Şimdi görüyorum ki
Zaten bekleyişimmiş
Onu bu denli yoran,
Oradan oraya savurup duran...
Yeni aldığım karar
-yanlış, ya da doğru- ,
Beklememek olacak...
Ne bir kişiyi,
Ne de bir zamanı gelecek olan.

Cumartesi, Ağustos 30, 2008

Sabah Yorgunluğu

Aşk ki, ilk günkü kadar taze kanda.
Gün ki, ilk anki kadar yalnız, can da.

Sanki bugün doğmuş kadar yalnız ve sanki bugün doğmuş kadar sevgi doluyum şu anda. Bir çay-bir sigara, bir kahve-bir sigara... Her şeyin tek hatırası...

Her anın yalnızlığının bütünlüğünden mi geliyor sesin? Duyuyorum... biliyorum sensin. Ah bir anlayabilsem, ne dersin... Bir de görebilsem, nerdesin.

Yarın yok olmuş oluverse aniden... Gün dün değilmiş olsa... Bugünde kalsa aklım, bu anda...

Bugün olmasa ya adı günün, saat sabahın dördü olmasa, bu evde olmasam, bu ev de olmasa, olmasam... Hiç olmasam ya... Gene de olur muydu adım aklında?

aklım çok karışık...

Hayat her zamanki şakalarını yapıyordu yine... Yazar yorgundu şaka kaldıramayacak kadar, ama gel gör ki bunu hayata anlatmak olanaksızdı. Can sıkıntısı, ağlamaktan morarmış gözlerinden bile okunuyordu. Günlerdir uyumamıştı. Neden sonra o gün artık uykusuzluk çekilmez bir hal alınca sızıp kalmıştı bilgisayarın karşısında; sonra kalkıp yatağına çekilmiş uyumuştu saatlerce. Gece 23:45 te uyandığında annesi yanındaydı, meraklanıyordu artık. O her daim gülümseyen, hep mutlu gibi görünen kız kaybolmuştu işte. Yazılarındaki umut silinmişti... Hayallerinde yaşayan son damla huzur da avuçlarından kayıp gitmişti. Çok genç görünüyordu oysa bunca umutsuzluğu, mutsuzluğu taşımak için yüreği... ama gözleri, gözleri çok yaşlı bakıyordu artık. Yakışmıyordu yazara bu haller. Ama hayat öyle şakalar, öyle tuzaklar, öyle oyunlarla çıkıyordu ki karşısına her geçen gün, inanamıyordu... inanamadıkça bu oyunların içine daha bir giriyor, girdikçe kayboluyor, kayboldukça yoruluyor, yoruldukça da yaşlanıyordu. Bedeni ondokuz yaşındaydı henüz... ama gözleri, ruhu çoktan yetmişinci yaşını aşmıştı.

***

Kız pek çok zaman kafasında çakan şimşekleri paylaşmak istiyordu. Karşısına çıkan herkesle. İnterneti araç tutmuştu sonunda kendine, çünkü anladığı kadarıyla hiçkimsenin onu dinlemeye niyeti yoktu yakın çevresinde. Dostu yoktu; arkadaşlarının işleri olurdu hep, dert dinlemekten çok daha önemli işleri; ailesinin hiç vakti olmazdı kızın konuşmasına yetecek kadar. Ama herkesin anlatacak birşeyleri olurdu. Tam kız ağzını açacak olduğunda anlatılan, hiç bitmeyen dertleri olurdu herkesin ve herkes bunları kıza anlatırdı. Bilirlerdi ki kız herkesin derdini sahiplenir, kendini unuturdu. Her zaman onları dinlemek için vakti olurdu kızın. Olmasa da yaratırdı. Yeter ki anlatsınlardı, yeterki içlerinde birikip onlara acı vermesindi küçük büyük hiçbir sorunları. Kız hep kulakları açık beklerdi. Kız, ona ihtiyacı olduğunu söyleyen herkese koşardı bir yolunu bulup. Ama ya kızın ihtiyaçları ne olacaktı? Satırlarca, sayfalarca, kitaplarca yazsa acısı diner miydi kızın?

***

"Kronik depresyon!" demişti sadece doktoru kıza... Bir de "Panik atak!"... araya da "Şizofreni başlangıcı!" diye eklemişti. Yalandı oysa hepsi. Kızın hiçbirşeyi yoktu aslında. "İlgi ihtiyacı!" vardı sadece, bir de "Şevkat arayışı!" vardı, araya da "Akıl karışıklığı!"nı ekleyebilirdiniz. Deli olduğunu kabul etmişti doktorlar. Rapor vermekten, daha çok küçük olduğu ve hayattan dışlanmasını istemedikleri için vazgeçmişlerdi. Neye göre deliydi peki kız? Kime göre? Aklını kullanmıyor muydu? Kullanamıyor muydu yoksa? Kim, nasıl karar verebiliyordu daha ondört yaşında, yapayalnız bir kız çocuğunun delirdiğine? Böyle yargılar vererek, delirmeye çok yaklaşmasına sebep olma ihtimalleri hiç mi yoktu yani? Bunu söyleyenler çok mu zekiydiler? Belki de... Peki bunca yüklü olan zekalarını o kızdan daha mı iyi kullanıyorlardı? Kim, neye göre cevap verebilirdi ki bunca soruya? Yazar veremiyordu işte, o zamanda verememişti; şimdi de veremiyordu... Freud da kimdi ki? Kızın aklının yerinde olup olmadığını, onun yazdığı birkaç kitaptan mı anlamışlardı acaba? Öyle olduysa hepsi deli, kız akıllıydı işte. Hiç boşuna inkar etmesinlerdi...!

***

Yorgunluğun tanımını yapabilir misiniz bana? Ben yapamam, ta iliklerimde hissettiğim şeyin yorgunluk olduğunu düşünsem de, bunu açıklamak için yeterli kelime bulamam. En çok ne yorar sizi söyleyebilir misiniz? Ben söyleyemem, söylenmiş tek bir kelime de olabilir o gün beni en çok yoran şey, hiçbirşey yapamamış olmak da olabilir; bunu açıklamak için de kelimeler yetersiz kalmaz mı? Benimkiler kalır, sanırım.

Bunca şey anlattım size mesela, ne kadarı anlaşıldı, kaçınız anladı? Anlayanlar anlamayanlara anlatabilirler mi? Benim tüm kelimelerim burda bir yerlerde işte. Yazması benden olsun, bulup çıkarması size kalsın.
Teşekkürler...!

Cuma, Ağustos 29, 2008

Karış Aklım

Karıştırdım herşeyi
Birbirine karıştı
Gerçeğim - düşüm
Ağlamak istiyorum katılasıya
Doyasıya gülmek de istiyorum ama
Yalnız kalmak istiyorum
İstemiyorum
Kafa dinlemek istiyorum
Yalnız kalmak istemiyorum
Zihnimdeki, ruhumdaki yorgunluğum
Vurdu bedenime
Bedenimi yormak istiyorum
Ruhum biraz dinlensin diye

Çarşamba, Temmuz 30, 2008

ben heykelciği

Kirli mi yoksa yorgun mu hissettiğime karar veremediğim anlardan biri,
yine. Nedense zaman daha çok geçsin, iyice ilerlesin, mümkün
olduğunca uyumayayım, dinlenmeyeyim diye cebelleşiyorum saatin tik
taklarıyla. Ne kadar çok uykusuz kalırsam, o kadar daha yorulur bedenim
ve neticesinde de o kadar hissiz bir uykuya dalarım diye belki. Rüyalar
gelip kandırmasınlar diye belki. Belki de sadece eski kabuslarla
uyanmaktan korkuyorumdur, ya da yenilerinden...
Tanıdığım uzun boylu çocukların en belirgini, en saçma ve en büyük
korkularla bakıyor gözlerime aynadan. Yalnızlıktan korkuyor ölesiye,
yalnız kalmak istiyor. Karanlıktan korkuyor, gecenin en karanlık saatinde
evin en karanlık köşesine siniyor. Aldanmaktan korkuyor, kanıyor tüm
düşlerine. Delilikten korkuyor, çocukluğu ardına gizleniyor sonunda,
korkudan. Korku kelimesinden korkuyor en çok... Korkudan kaçıyor,
sığınıyor korkularına.
***
Kirli hissediyorum bu gece. Hayatın tüm tozu toprağı üzerimde,
katılaşmış çamurdan farksız bir ağırlık. Taş gibi sert... Yıkasam olmuyor,
kazımaya kalksam olmuyor... Ne yapsam olmuyor. Yavaş yavaş
çamurdan bir heykele dönüşüyor gibi hissediyorum, yerinden dahi
kıpırdayamayacak kadar ağır kol ve bacaklarım.
***
Yağmur yine yağsa. Yağarken güzeldi herşey, temiz görünüyordu.
Taşlaşmış çamurlar dahi dayanamaz yağmura bu dünyada.
***
Gözyaşı oluklarına kadar tastamam bir çamurdan heykelim ben bu
gece, yağmur gözlerimden odamın zeminine yağsın diye...

Perşembe, Temmuz 10, 2008

Evinden Hiç Çıkmayan Adam

Penceresinin kırılmış camından dışarıda oynayan çocukları izliyordu. Yaşantısının büyük bir bölümünü bu pencerenin önünde, zamanla büyüyüp değişen çocukların oyunlarını izleyerek geçirmişti. Bütün çocuk oyunlarını biliyordu, hiç oynamamış olmasına karşın.
Dün sabaha kadar halinden pek de şikayetçi değildi aslında. Ama dün sabah yaşlı annesi pes etmişti, "Yeter artık!" demişti. "Bütün hayatımı sana adadım, anlıyor musun? Bunu anlayabiliyor musun?" diyerek, kapıdan çıkıp gitmişti. Hayır, anlamamıştı... hala anlamıyordu... anlayamıyordu. Dün akşam saatlerine kadar annesinin söylediklerini düşünüp durmuştu, en sonunda hiç bir şeyi doğru dürüst anlatmadığı ve geri gelmediği için annesine küsmeye karar vermişti. Gün dönüp de bu sabah olduğundaysa annesine küsmenin bir faydası olmadığını, çünkü bir daha asla gelmeyeceğini, onu sonsuza dek terk ettiğini anlamış ve kızmıştı... Yıllardır dışarıdaki çocuk oyunlarını izlediği penceresine bir yumruk atmıştı. Yo, hayır, isteyerek değil... kazayla olduğuna yemin bile edebilirdi, isterseniz.
Şimdi pencerede açtığı yeni hava deliğinden dışarıdaki çocuk oyunlarını izliyor ve bütün çocuklara kızıyordu, annesi onu henüz terk etmişken bu kadar mutlu olabildikleri için...
Derken, aşağıdaki kapıdan tıkırtılar geldiğini duydu ve heyecanla aşağıya koştu. Fakat kapının önüne kadar geldiğinde içeride kimsenin olmadığını fark etti, yalnızca girişte duran küçük telefon sehpası üzerine bir zarf bırakılmıştı. Zarfı eline aldığında üstünde kendi isminin yazdığını görmek onu pek de şaşırtmadı. Anlaşılan annesi onu aslında dün sabah değil, biraz evvel terk etmişti. Bunu anladığında gözleri doldu ve "Mektup bile yazmış! Bir veda mektubu!" diye bağırarak ağlamaya başladı bir anda.
Mektubu açıp, okumaya başlamadan önce düşüncelere daldı. Annesi bu sabah evde idiyse mutlaka camın kırıldığını duymuş olmalıydı, aksi düşünülemezdi. Peki ama neden gelmemişti yanına yaralanıp yaralanmadığına bakmak için? Evet, evet annesi ondan kesinlikle vaz geçmişti. İyi ama neden? Sonra belki de mektupta yazmıştır bunu diye düşündü, hatta belki de mektup sandığı gibi bir veda mektubu değildi, yalnızca alışverişe falan gideceğini yazdığı bir nottu... kimbilir... Bu düşüncelerin de verdiği heyecanla gülümseyerek mektubu açtı. Kağıdı düzeltmeye çalışırken oturma odasına geçip şişman koltuğa gömüldü ve okumaya başladı. Okudukça yüzündeki gülümseme yavaş yavaş, fakat aleni bir şekilde kaybolmuştu, derken gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Yazıları okuyabilmek için gözlerini ovuşturuyordu. Anladığından emin değildi yazılanları, ancak emin olduğu bir şey vardı. Annesi onu gerçekten de terk etmişti. Sonsuza dek gitmişti annesi. Biricik oğlunu bırakıp gitmişti.
Düşünceler aklında oradan oraya koştururken, birden koşup annesini yakalamak ve eve geri getirmek fikrine saplandı zihni. Ayağa fırladı ve kapıya koştu, kapının önünde bir an durakladı. Kapı ona olduğundan da büyük ve güçlü görünüyordu. Sanki dışarı bir çıkarsa bir daha içeri girmesine izin vermeyecek gibi, ya da tam çıkacağı sırada onu yakalayacak ve paramparça edekti. Ama Tanrı aşkına annesi mevzuubahisti! Birşey yapmak zorundaydı. Kapıya uzandı korkarak... Kapıyı açtığı gibi bir hamlede kendini dışarı attı, ama hala ardındaki kocaman kapıya bakıyordu uzanıp onu tekrar içeri çekmesini bekleyerek. Birkaç adım geriledikten sonra korkusu hafifledi ve gözlerini yola çevirip, etrafı taramaya başladı.
Yolun solunda elli, yüz metre kadar ileride annesi bir bankta oturmuş ağlıyordu. Annesinin kaçmasından korktuğu için hiç ses çıkarmadan banka doğru ilerlemeye başladı. Rüzgarın kendisine acı verdiğini farkettiğinde ilk defa eline doğru baktı ve derin bir yarık açıldığını, hatta yarığın içerisinde ufak bir cam parçası bile olduğunu görerek irkildi. Camı çıkarıp ileriye doğru fırlatırken elinden çıkan taze kanları gördüğündeyse bağırmamak için kendisini zorladı. Lanet olsun kan kaybından ölecekti! Üstelik annesi sesleri duymuştu, duymuş olmalıydı... bilirsiniz işte, onu orada yapayalnız ölüme terk etmişti annesi. Sinirle annesinin oturduğu banka doğru bir adım daha attı, ikinci adımında ayağında bir acı hissetti ve bu onu sakinleştirdi. Ayağına doğru baktığında bir şey göremedi, ama her yeni adımda canı daha fazla acıyordu. Derken ayağının ardında bıraktığı kırmızı, yarım ayak izini fark etti. Yere oturup ayağını kucağına yerleştirdiğindeyse az önce yere attığı cam parçasının ayağına saplanmış olduğunu gördü. Yeniden çıkardı camı vücudundan, ama bu kez ileriye değil ardına doğru attı cam parçasını öfkeyle. Doğrulmadan önce acısının geçip gitmesini umarak ayağını bir müddet ovuşturdu ve kalkıp yeniden yürümeye başladı.
Banka birkaç metre mesafe kalıncaya kadar yaklaştığında durdu ve oraya ulaştığında ne yapması, ne söylemesi gerektiğini düşünmeye başladı. Ama o daha hiç bir şey düşünemeden annesi kalkıp önünde bekleyen taksiye bindi ve kapıyı hızla kapadı. Kafasını kaldırıp az önce annesinin oturduğu banka doğru baktı, bank boştu. Annesi gerçekten de gitmişti, onu beklemeden. Taksinin motorundan sert bir gürültü çıktığında yola doğru hamle yaptı, önüne çıkıp arabayı durduracak, annesini arabadan indirecek ve birlikte mutlu bir şekilde evlerine döneceklerdi. Yolun ortasına gelip durdu. Arabanın ani freni sokakta derin bir çığlık gibi duyuldu ve araba yalpalayarak durdu.
Arka kapı ardına kadar açılmıştı şimdi ve anne kapıdan fırlayarak çıkmıştı. Birkaç adım ileride yerde yatan oğlunun yanına çöktü kadın ve inledi "Evden çıkmışsın...".

Pazartesi, Temmuz 07, 2008

Yağmura Gidiş

Kız, hışımla kapatıp ardında bıraktı kapıyı. Dönüp bakmadı bile koşarken. Pencerede soluk bir yüz gözlüyordu gidişini. Penceredeki yüzde ışıltılı küçücük taşlarmışcasına iki damla yaş parlayarak yanaklardan boyuna doğru yönelmekteydi...
Kız küçük bir an için durakladı, geri dönmek ister gibi başını sağına doğru bir santimetre kadar kıpırdattıktan sonra yine önüne döndü, eğilmiş olan boynunu dikleştirdi ve yavaş adımlarla gidişini sürdürdü. Bir kaç adım sonra yine durdu -bu kez çok daha kararlı bir şekilde-, önünde duran bomboş caddeye bakıyordu sanki birşey görmek istercesine ve bir anda yere, dizleri üzerine çöktü...
Yüzünü göklere çevirdi kız, ağlayışını bastırmak istiyordu...
"Tanrı'm yardım et..." diye geçirdi içinden, tam da bu anda yağmur başladı, sanki kızın gözyaşlarını saklamak istercesine... Bulutlar çocukluğundan beri en iyi arkadaşıydı kızın, yağmur teninde en sevdiği mücevheriydi...
Kız yüzü hala göğe dönük olduğu halde derin bir nefes aldı, usulca gözlerini kapadı ve bıraktı kendini yağmurun emniyetli kollarına...

Salı, Mayıs 27, 2008

Rüya

Herşeyi yavaş yavaş unuttuğunun farkına varmak (herhangi birine olabileceği kadar) korkutmuştu onu...
Korkusunun çok daha fazla artmasının sebebi ise, aslında hiçbirşeyi unutmamış olmasıydı... yalnızca aklının derinliklerinde olduğunu sandığı onlarca anıya sahip değildi aslında... Onların yerine yüzlerce başka şey anımsıyordu, yaşamadığına yemin edebileceği bir sürü andan oluşan. Bu çözmek zorunda hissettiği problemlerden yalnızca bir tanesiydi üstelik... Sanki hayatı bir başkasınınkiyle yer değiştirmişti. Sanki uyumamış da ölmüş ve bir başkasının bedeninde yeniden dünyaya gelmişti. Üstelik de hatırladığı (ya da hatırladığını sandığı) zamankinden çok daha yaşlı olarak... Ne tür bir şakaydı bu? Böyle bir şakayı kim, nasıl yapabilirdi ki? Anlamsız binlerce soru aklını kurcalayıp durmaktayken masanın üzerindeki cüzdana gözü ilişti. Belki de burada bulacağı muhtemel kartlar, telefon numaraları, kimlikler ve fotoğraflardı onu heyecanlandıran...
Cüzdan elinde öylece kalakaldı bir müddet... Ta ki heyecanının yerini korku alana dek... Bir anda cüzdanı gerisin geri masaya bıraktı ve kapıyı açıp çıktı o tanımadığı evden... Merdivenleri hızla indi ve kapıyı açtı... Sokağa şöyle bir baktığındaysa unutmamış olmayı umduğu, fakat hatırlamakta güçlük çektiği sokağında olduğunun farkına vardı. Evini bulmak için, nereye gideceğini çok iyi biliyordu... Ancak bu berbat şakayı kendisine yaptığını düşündüğü kişi, ya da her neyse o 'şey'den kaçmak ister gibi koşmaya başladı... Koşarken az önce aynada gördüğü altmışlı yaşlardaki adama göre oldukça iyi koşabildiğini fark etti... Üstelik attığı her adımla birlikte aklında unuttuğunu sandığı şeylerden biri daha beliriyordu.
Evinin ön kapısına geldiğinde neden koşturup durduğunu sordu kendine, fakat anımsayamadı... İçeri girdi, kapıyı kapattı ve bir bardak su almak üzere mutfağa yöneldi. Evin içerisinde ilerlerken birden aynaya bakmak için çok güçlü bir istek duydu ve döndü, sağında duran aynaya doğru... Aynadaki yüzü tanınmaz haldeydi... Gözleri yuvalarında uğramış, müthiş bir korku ve endişeyle soru sorar gibi bakıyordu... Oysa hiç endişe ya da korku hissetmiyordu kendisi. Aynaya yaklaşıp gözlerindeki kızarıklığa bakmak istediği sırada, aniden ayna paramparça oldu ve oldukça yaşlı, kan revan içerisinde bir çift el başını iki yandan sımsıkı kavradı... Duvarın gerisinden gelen histerik bir ses, "Sakın unutma!" diye adeta çığlık atarken, kan ter içinde uyandı, yatağında doğrulup "ne rüya ama..." diye homurdandı ve yüzünü yıkamak üzere banyoya doğru gitti, gülümseyerek...

Pazartesi, Mayıs 12, 2008

hayat...

Hayat... kocaman, aptal bir şakadan ibaret çoğu zaman. Hakemlik yapmaya zorlandığınız seyircisiz, oyuncusuz bir basketbol maçı gibi... Düpedüz bir yalnızlık, tek sahip olabileceğiniz... Maçın sonucu, kimin kazandığı bilinemez; tek gerçek, sizin kaybedeceğinizdir...
Tek kişilik bir tiyatro gösterisidir, her bir yaşam... Her yaşamın tek oyuncusu, tek seyircisidir de aynı zamanda... bazen gülümseyen, bazen kahkahalara boğulan, bazen ağlayan, bazen ayakta alkışlayıp, bazen memnuniyetsiz kalan...
Yaşarcasına okunan her kitap kendi öz yaşantınızdan ibarettir... Sevdiğiniz her bir kişi sizin gözlerinizle size bakar... Yanan her ateş sizin nefesinizden çalar...
Her bir yaşam eşsiz birer yalnızlık öyküsüdür, anlatılmaya çalışılan... Korkma! Çünkü, yalnızlıktan değil, yaşamaktan korkuyorsun aslında...
Gülümse, öyleyse... Çünkü, hayat... kocaman, aptal bir şakadan ibaret çoğu zaman.

öpücük...

bazı şeyleri hiç bilmemek güçlü kılabiliyor bazen beni... yani gerçekten, bazılarını hiç öğrenmemek, hiç bilmemek en iyisi... hani olur ya, sormaya korkarsın 'ya öyleyse gerçekten de..' diye...
bir şeyden vaz geçebilmenin en iyi yolu hiç öğrenmemen gereken o hususta hiç bir soru sormaksızın, gerçekten de öyle olduğuna inanmaktır bazen... evet, karanlık bir düşünce farkındayım... ve evet, ben pesimist doğanlardanım... şanssız olanlardan sadece biri...
***
birşey oldu eve dönerken... gecenin bir yarısındayız ve evime doğru yol almakta olan taksinin arka koltuğunda oturmuşum, sanki biri ölmüş gibi oldu aniden, ağlamak istedim orada, öylece... geceleri yolların boş ve karanlık hali duygulandırır beni hep, evet ama bu defa farklıydı, gerçekten. nedenini, nasılını bilmiyorum, bilmek istediğimden de pek emin değilim aslına bakarsanız. zorladım kendimi eve varana kadar kendimi tutabilmek için...
sonra evimizin sokağına girdiğimiz sırada, başka bir apartmanın kapısı önünde oturmuş iki kişiye gözüm ilişti ve o an taksiden inip onlardan birine (hangisi olduğunun bir önemi yok, herhangi birine) sarılıp ağlamak istedim... oysa nefret ederim tanımadığım insanlar önünde göz yaşı dökmekten... ama o an tahmin dahi edemeyeceğiniz kadar (ki o ana kadar böyle birşeyi ben de asla tahmin edemezdim) yoğun bir istek duydum bunu yapmak için...
***
şimdiyse tek istediğim bir tek öpücük, buna inanın. öyle uzun uzadıya, delice birşey değil... sadece küçük bir öpücük... yazdığım onlarca öyküye, masala ve yüzlerce şiire... yüzlercesini yazdım, pek çoğunu tek bir geceye sığdırarak... hepsine işte, bütün o yazdıklarıma... herşeyin anlamsızlığına ağlıyorum... bütün çabamın büyük bir hata oluşunun farkına vardığım bu anda, herşeyi yakıp, yıkmak değil istediğim... sadece küçük bir öpücük... sonrasında hiçkimsenin bir diğerinden, hiçbirşey beklemeyeceği türden, hani kardeşçe, hani insana ben buradayım seninle diyecek türden... masum işte, daha nasıl anlatılır? sadece masum küçük bir öpücük tek istediğim...
***
geceleri boş yollar demiştim ya beni hep duygulandırır diye... onun sebebini düşündüm bu yazıyı yazarken ve buldum, maalesef...
bir zamanlar yanımda olduğuna kayıtsız şartsız inandığım, bir zamanlar gerçekten de yanımda olan bir adam vardı, adına baba diyorduk iki kişi... o zamanlar ayrılık yeniydi, haftasonları onunla kalırdık... sonra pazar geceleri bizi eve bırakırdı, arabanın arka koltuğu yine, yine karanlık ve boş yollar, yine ayrılık... her hafta yine, yeniden ayrılırdım o adamdan ve her hafta bir öncekinden daha da zor gelirdi bana inanın... o zamanlarda yollarda hep trafik olmasını dilerdim, ya da arabanın bozulmasını... ki biraz daha kalabilelim birlikte...
baba sıcaklığı ne garip şeydir... onsuz asla yaşanmaz sanırsınız, yanlış, çok yanlış bir düşünce... yaşanıyor... aylarca sesini bile duymadan (bazen duymak bile istemeden) yaşanıyor... yaşanabiliyor... baba kelimesi bile güven verir insana, öyle değil mi? nerede, ne yapıyor acaba şimdi benim babam? kimbilir... ben gerçekten de tapardım babama, her küçük kız gibi... ne oldu, nerede, nasıl kaybettik bütün bunları sakın sormayın... o bile sorsa anlatabileceğimden emin değilim... bu sonsuza kadar benim içimde yaşayıp, benimle birlikte kaybolacak bir giz olarak kalmalı... yalnızca söyleyebileceğim bir tek şey var bu gece tüm dünyaya, tüm evrene... ben kaybettim içimdeki baba güveni, sıcağı ve inancını... ve kıskanıyorum, kendi kardeşlerim dahil, babalarıyla bağırış çağırış, kavga dövüş de olsa sevgiyle, şefkatle ve saygıyla yoğrulmuş bir ilişkisi olan herkesi... babamı çok özledim! ben o çok eskilerde kalmış olan sevgili babamı çok özledim! onun yüzüne baktığımda, içimde hissettiğim sıcacık kocaman sevgi ve güven duygusunu çok özledim!
***
sadece küçücük masum bir öpücük istiyorum şu anda...