Çarşamba, Ekim 26, 2005

sessiz ve kimsesiz..

"Off...Hava ne kadar sıcak bugün..İnsanın içini sıkıyor.Aslında içimin sıkılmasının sebebi hava falan değil!Bugün anlam veremediğim bir sürü şey oldu...Ve nedendir bilinmez, onca olayın hiçbiri iyi herhangi bir şey değildi!" dedi genç kız; bir yandan kendini suçluyordu olaylar için, bir yandan da deli olduğunu düşünüyordu...Öyle ya normal olan hiç kimse kendi kendine dert yanmazdı.Ama o çok sıkılmıştı ve o gün yaşadıklarını dinleyecek hiçbir dostu yoktu artık.Hoş, olsalar bile hiç kimse onu, onun dertlerini, sorunlarını ondan iyi anlamaz, anlayamazdı...
* * *
Pazartesi günü daha önce hiç olmadığı kadar mutlu uyanmıştı genç kız.Sonra, izinsiz camdan içeriye dalmış olan güneşi gördü, tıpkı küçük bir çocuk gibi sevindi birden ve hemen pencereye koştu.Dikkatle dışarıdaki parlak güne baktı; güneş adeta çok güzel bir günü haber veriyordu genç kıza...Zaten oldu olası böyle güneşli ve parlak günlere bayılırdı.Hemen ılık bir duş aldı ve işe gitmek için hazırlanmaya başladı...
Büyük bir emlak firmasında önemli bir yere sahipti.O sabah işe gittiğinde saat 9:20 idi, herzamanki gibi.Sekreter, yaşlıca, sevimli bir kadındı.Her sabah olduğu gibi yine gülümsedi genç kıza, ama bu kez biraz buruk bir gülüştü, bu, her zamankine pek benzemiyordu.Genç kız hemen "Bir şey mi oldu?" diye sordu.Yaşlı sekreter de hafifçe başını salladı ve "Patron gelir gelmez seni çağırdı.Ama neşesinin pek de yerinde olduğunu söyleyemeyeceğim..." dedi.Genç kız üzgün üzgün yaşlı kadına baktı, gözlerini onun bakışlarından kaçırdı, derince bir iç çekti ve patronun odasına daldı...Aradan 15-20 dakika geçmişti ki genç kız odadan çıktı.Ağlıyordu galiba...evet evet kesin ağlıyordu... Yaşlı kadın hemen kalktı onu koltuğuna oturttu ve "İçeride ne oldu?" diye sordu.Genç kız ağlamaktan boğuklaşmış sesiyle "Deli herif bütün hafta sonu beni kovmayı düşünmüş ve az önce de hayallerini gerçekleştirdi!!" dedi.Şimdi hıçkırmaya başlamıştı.Bundan sonra ne yapacağını düşünüyordu ve bir de bugün güne ne kadar mutlu başladığını...Oysa bu kadar güzel bir günde böyle şeylere, böyle kötü oyunlara yer olmazdı ki!Oturduğu yerden zorlukla kalktı, sabahki mutluluğundan eser kalmamıştı artık, öyle ya sabah çok sevinçliydi... Gerçekten çok mutluydu...
Zar zor eve vardı.Hala ağlıyordu.Hemen telefona sarıldı çünkü birilerinin tesellisine çok ihtiyacı vardı.Farkına bile varamadan sevgilisini aradı, konuşmak istediğini konuşmaya ihtiyacı olduğunu söyledi.Ve biraz da olanlardan bahsetti.Sevgilisi de zaten bugün çoktandır düşündüğü bir şey hakkında konuşmak istediğini söyledi ve öğleden sonra her zaman gittikleri kafede buluşmaya karar verdiler.
Saat 12:45'te kafedeydi genç kız ve az sonra kapıda sevgilisi belirdi.Selamlaştılar, ama genç adam sanki biraz soğuk davranıyor gibiydi.Genç kız bana öyle gelmiştir herhalde diye düşündü, biraz bekledi ve sordu "Eee? Anlat bakalım, ne konuşmak istiyordun benimle?"
* * *
Genç kız kafeden döndüğünde sarhoş gibiydi.Saate baktı, henüz geç olmamıştı. Biraz dertleşmek için tek dostu olan Arzu'ya gitmeye karar verdi ve hemen yola çıktı.Arzu'nun evine vardı, kapıyı birkaç kez çaldı ama açan olmadı.Herhalde evde yok birazdan gelir nasıl olsa diyerek içeriye girdi -onda evin anahtarının bir yedeği vardı- ve beklemeye başladı.Az sonra Arzu içeri girdi, içeride dostunu görünce birden şaşaladı ne de olsa onu beklemiyordu.Ve içeriden genç kızın sevgilisinin sesi yükseldi "Seevgiiliiiimm..." ve bu sesin ardından genç adam da içeri girdi.Genç kız beni hiç böyle çağırmazdı diye düşündü istemeye istemeye...Ve yine ağlamaya başladı, "Tanrım ne kötü bir gün bu böyle; önce işten ,sonra sevgilimin hayatından ve şimdide en yakın arkadaşımın hayatından atılıyorum.." sesi boğuk, titrek ve acı doluydu.Hemen oradan o iğrenç yerden dışarı attı kendini.Arzu arkasından bakakalmıştı ve sonra tiz bir kahkaha işitildi "Hah ha!!Bu iş oldu..." , Arzu'nun sesiydi bu.Bu iğrenç sesin ardından kapı "GÜMM" diye kapandı...
* * *
Genç kız yine evdeydi, bu iğrenç olayların hiçbirini yaşamadan önce olduğu yerde, o çok çok mutlu olduğu ya da öyle olduğunu sandığı yerde.
"Off...Hava ne kadar sıcak bugün..İnsanın içini sıkıyor.Aslında içimin sıkılmasının sebebi hava falan değil!Bugün anlam veremediğim bir sürü şey oldu...Ve nedendir bilinmez, onca olayın hiçbiri iyi herhangi bir şey değildi!" dedi genç kız; bir yandan kendini suçluyordu olanlar için, bir yandan da deli olduğunu düşünüyordu...Öyle ya normal olan hiç kimse kendi kendine dert yanmazdı.Ama o çok sıkılmıştı ve o gün yaşadıklarını dinleyecek hiçbir dostu yoktu artık.Hoş, olsalar bile hiç kimse onu, onun dertlerini, sorunlarını ondan iyi anlamaz anlayamazdı...
Ve genç kız artık ne bir işe, ne bir sevgiliye, nede bir dosta sahipti!Çok sıkıcıydı bu sıcaklar, çok sıkıcıydı bu aptal hayat.Geride kimsesi yoktu artık, sıkılmıştı, yorulmuştu bu hayattan.Mutfağa doğru yavaş yavaş ilerledi, mutfak dolabının çekmecesini açtı,en keskin bıçağı aldı ve salondaki en geniş koltuğa yerleşti.
Adı Selin'di.Ama artık Selin ismi hiç kimseye hiçbir şey ifade etmiyordu; kendisi de dahil...Bıçağı sıkıca kavradı.Önce sol, sonrada sağ bileğini usulca kesti; sessiz ve kimsesiz...Ve yavaşça teslim oldu ölüme ve ölümün beraberinde getirdiği huzura...

günlükle son söyleşi..

Şu son günlerde bu odadan ,bu yataktan ,bu pencereden , bu evden ,bu yağmurdan ve hatta kendimden bile öylesine sıkıldım ki anlatamam…İnanın insanın tek muhattabının doktorlar olması iğrenç bir şey ;sanki bir işe yarıyorlarmış gibi her gün geliyorlar.Ama boşuna , benim ölmek üzere olduğumu bir geri zekalı bile anlayabilir!…
Canım sıkılınca birazcık pencereden bakıyorum ,her baktığımda hava biraz daha kasvetleniyor ve bu da yetmezmiş gibi yağmur da arttıkça artıyor.Tabii bütün bunlar da insanın canını üç misli sıkıyor.
Yaşlılık çok zor dostum.Hele birde ölümün nefesini her an ensende duymak ,öleceğini ,artık zamanının geldiğini bilmek yaşlılığı daha da zor bir hale getiriyor.Ama en çok canımı ne sıkıyor biliyor musun?!.Kışın ölmek…Biliyorsun ya dostum bunca mevsimin içinde tek sevmediğim mevsimdir kış ;çünkü yağmur bıkmak usanmak bilmeden her gün ,her saatte yağar!…Ben bundan nefret ederim ama o bununla dalga geçercesine gene gene tekrar tekrar yağar!Of Allah’ım ne kötü , ne çirkin bir duygudur o!…
Oysa ilkbahar çok daha farklıdır.Her nefes aldığında bir yaşama sevinci dolar içine ve bir de o güzel ,o tatlı çiçeklerin kokuları… İşte böyle bir günde ölümün beni ziyaret etmesini dilerdim.Böyle; alabildiğince yeşil ,alabildiğince mutlu bir günde…
Artık seni de yalnız bırakıyorum sevgili dostum ,sen beni şimdiye kadar hiç yalnız bırakmamış olsan da ve ben her ne kadar seni yalnız bırakmak istemesem de buna mecburum dostum.Kimbilir belki de bu sana yazmış olduğum son yazı olur. Neyse ki senin hiç canını yakmadım ve seni hiç yalnız bırakmadım şimdiye kadar.Birkaç boş sayfan kaldı ama artık idare edeceksin beni ;malum ölüm bu laftan anlamıyor ki…
Sanırım zaman geldi ,şimdi seni komodinimin üzerine koymalıyım.Sevgili karım ve canım çocuklarıma da bir veda yazısı yazmalıyım ,daha sonra biraz uzanacağım artık yattıktan sonra çok büyük bir sessizlik olacak bu odada…
Elveda dostum , beni özlememeye çalış.
İyi geceler.

Salı, Ekim 11, 2005

kafedeki genç adam..

Yağmur adeta insanı büyülercesine yağıyor. Ve ben, sadece seni düşünüyorum. Anahtarım evde kaldı; dışarıda, yağmurun atında Canan'ı bekliyorum ve beklerken de seni düşünüyorum. Canan benim ev arkadaşım benden biraz daha kısa boylu ve biraz da toplu ama çok sevimli bir kız. Dışarıda kaldığımı duyunca çok üzüldü, çünkü biraz daha işi vardı. Ama söz verdi, erken gelecekti. Aşağı yukarı yarım saattir evimizin karşısındaki parkta oturuyorum ve düşünüyorum. Yo sandığın gibi değil. Ne bir an önce eve girmeyi, ne de herhangi başka bir şeyi...
Sadece seni düşünüyorum. "Acaba bir daha görebilecek miyim onu ya da adı neydi?" gibi bir sürü soru aklımı kurcalıyor. Bilmiyorum sende beni hatırlıyor musun?
Ben seni çok iyi hatırlıyorum adını, evini, işini bilmiyorum ama seni ve o iki günü kendi adımı bile anımsadığımdan çok daha iyi anımsıyorum. Gözlerin bal rengiydi, saçların kömür karası, boyunsa 185cm civarıydı; öyle dik duruyor öyle dik yürüyordun ki olduğundan çok daha iri görünüyordun. Evet birazcık havalıydın ama bu, sana çok hem de çok yakışıyordu.
Kafede aptal aptal oturmuş gazetemi okuyor ve sıcacık çayımı yudumluyordum ki; birden bire içeri ve hayatıma girdin. Seni görünce birden titredim; önce üşüdüğümü sandım ama hayır üşümüyordum bu çok daha farklı bir duyguydu. Daha önce kendimi hiç böyle hissetmemiştim. Ama bir tek şey biliyordum o da bundan çok hoşlanmıştım ve tabi ki senden de. Gözlerimi sana dikmiş bakıyordum. Tıpkı ölmek üzere olan bir annenin yavrularına baktığı gibi...
Bir ara çayımdan bir yudum almak için gözlerimi fincana doğru kaydırdım. Çayım artık eskisi gibi sıcak değildi, yüzümü şöyle bir ekşittikten sonra tekrar sana döndüm fakat iskemlen boş duruyordu, yoktun, peki ama nereye gitmiştin?!. O gün akşama kadar hep bir burukluk ve içimde hep bir eksiklik hissettim.
Ertesi gün yine kafeye gittim ama dünkü gibi değil. Sabah erkenden kaltım, sıcak bir duş, etkileyici bir makyaj ve tabi ki en sevdiğim parfüm... Bir elimde gazete, diğerinde çayım seni bekliyordum geleceğinden emin değildim ama bir umut işte, kim bilebilir belki de yine gelirdin. Ve hislerimde yanılmamıştım. Benden birkaç dakika sonra da sen içeri girdin. Gözlerin boş masaları tek tek dolaştı ve bingo! En sonunda bana doğru baktın daha sonra başını ve vücudunu da bana doğru çevirdin. Hayatım boyunca daha önce hiç duymadığım, oldukça kibar bir ses tonuyla "GÜNAYDIN" dedin. Çok heyecanlanmıştım ama sana hiçbir şeyi belli etmemeye kararlıydım. Yalnız bir sorun vardı, sana cevap veremiyordum; adeta ses tellerim boğazımda düğüm düğüm olmuşlardı. Bu yüzden kibarca başımı öne eğdim. Tam yanımdaki masaya oturdun ve aynen dün benim sana baktığım anne gibi şimdi de sen bana bakıyordun. Bu çok hoşuma gitmişti. Ama sana renk vermemeliydim, yoksa büyü bozulabilir sindirella birden külkedisine dönüşebilirdi. Bu kez büyük burunu oynama sırası bana gelmişti.
Yıllardır o kafeye gitmeme karşın beni tanıyan herkes şaşkındı, çünkü beni daha önce hiç böyle gömemişlerdi. Bu kadar süslenmemin bir nedeni olduğunu biliyorlardı ama nedeninin ne olduğunu anlayamamışlardı. Onların şaşkın bakışları arasında kalktım ve kafeden çıktım, çıktıktan sonra kafenin camımdan hala beni izlediğini gördüm. Hayatımın en güzel iki günüydü.
Bugün her zamanki gibi yine kafedeki yerimi aldım, kendime çok özenmemiştim ama kimse çirkin olduğumu da söyleyemezdi. Sıradan ve doğaldım. Ama saatlerce beklememe karşın gelmedin, seni özlediğimi hissettim, ama elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Seni hala çok özlüyorum. Aradan iki saat geçmesine rağmen Canan da gelmedi; belki biraz daha oturup yine kafeye giderim… kim bilir belki de bu kez gelirsin...

Hulusi Bey amca..

Eski, kırık-dökük sandalyesinde oturmuş "yap-boz"unun son parçasını arıyordu...Dönüp tekrar tekrar masadaki yap-bozun, eksik olan parçasının koyulması gereken boşluğa baktı.İşte yap-bozunda da, tıpkı kendi hayatında olduğu gibi bir boşluk vardı.Her ne kadar önemsiz görünsede,hayatın da her parçası çok kıymetlidir, yap-bozlarında...
Oturduğu yerden kalkarken, sandalyesi devrildi ve yıkılırken büyük bir gürültü duyuldu.Hulusi Bey Amca arkasına dönerken, "demek sen de gidiyorsun eski dost; demek sende beni bırakıp gidiyorsun..." diye mırıldandı.Yere baktığındaysa, bir çocuk gibi sevindi.Çünkü; eski dostu onu terketmemişti.Eğilip, yerde duran dostunu kaldırdı.Bunu yaparken sırtına ani bir sancı saplandı.E ne de olsa artık genç bir delikanlı değildi.Yaşı yetmiş sekizdi ve komik bir şekilde bekardı; ona hiç komik gelmese de...
Her yeri yamalanmış, yırtık-pırtık, en az kendisi kadar yaşlı, babadan kalma, deri koltuğuna bir hamlede yerleşti.Buruşuk, kanı çekilmiş elini uzatıp televizyonunu açtı."Bu evdeki her şey yaşlı, tıpkı benim gibi.." diye gülümsedi.Televizyonda siyah-beyaz bir film vardı.Hoş, film renkli idiyse de onun renklerini göremeyecekti.Öyle ya televizyonu da siyah-beyazdı.Film Aydan GÜNSÜR'ün filmiydi.Kendini bildi bileli bu kadına vurgundu.Aydan Hanım, elli yıl önce bugün ölmüştü; Hulusi Bey Amca da onunla birlikte..."Şimdi sorsam bir kişi bile bilmez!" diye kızdı insanlara.Hulusi Bey Amca elli yıldır ölümü beklemekteydi, her gün ölebilmek için dua ederdi...Ah bir ölebilseydi, ah bir kurtulsaydı şu yalnızlıktan, ah bir kavuşabilseydi sevdiğine...
Derken sırtından kalbine doğru ani bir sancı saplandı!Önce gülümsedi "zaman geldi." diyerek, sevincin peşi sıra bir burukluk geldi, içinden dışına doğru tüm bedenini sardı.Bir an ağlamak geldi içinden, yok, olmadı; artık ağlamayı bile beceremediğini düşündü.Başı omzuna düştü.Son bir hamleyle başını kaldırıp gülümsedi ve boğuk bir sesle mırıldandı "elveda eski dostlarım, bir daha görüşemeyeceğiz; ben sevdiğime gidiyorum."...
Gözleri duvarda gülümseyen Aydan Hanım'ın fotoğrafına takıldı."Tekrar görüşeceğimizi söylemiştim..." diyerek göz kırptı ve başı yeniden omzuna düştü, bir daha kalkmamak üzere...

Burcu'nun masalı..

Gökyüzü nerelere gizlenmişti o gün? Göremiyordum. Sonra, aniden bir bulut düştü kucağıma... Bembeyaz, tombul, pamuk pamuk... Daha önce hiç koklamadığım çiçek kokuları saçıyordu... Başımı tekrar yukarı kaldırdım, gökyüzü hala yok!. Ben mi çok yüksekteydim; gökyüzü mü benimle oynuyordu? Yoksa ölmüş müydüm?!. O zaman burası cennet miydi?.. Ya da cehennem?... Korktum... kucağımdaki şişko, beyaz buluta sarıldım sımsıkı. Bulut parçalandı sıkınca; şimdi yüzlerce bulut vardı etrafta. Çocuklar gibi koştum, oynadım; bulutları yakalamaya çalıştım...
Sonra birden ayağım kaydı, düştüm... düştüm... düştüm... Düştükçe, yukardan bulutlar el salladı bana, gökyüzü mavileşti. Onlara gülümserken uyandım. Kucağımda tombul, beyaz, peluş bir oyuncak ayı; başucumda mis gibi kokan, adını bilmediğim kır çiçekleri... "Günaydın!" dedi annem, perdeyi açtı... Gökyüzü bana göz kırptı, bulutlar el salladılar. Ben de onlara gülümsedim.

Pazar, Ekim 09, 2005

Tuna..

Oturmuş şiir yazıyordu. Aklında yalnızlığı... Yalnızlık zordu... çok zor! Kimsesi yoktu, sevgisizlik artık canına tak demişti. Hiç sevgilisi olmamıştı bugüne dek. Ailesi de... Öyle ya yetimhanede büyüyenlerin ailesi olmazdı ki! Sigara, içki sevmezdi. Hatta kola, kahve, çay bile içmezdi. Hayatı yeterince kötüydü zaten; bir de kendini zehirleyip, hastanelerde sürünmek niyetinde değildi hiç. Birkaç tanıdığı vardı iş yerinden. Sürekli birbirlerine dert yanarlardı, her birinin hayatı berbattı sözde. Her fırsatta sigara yakarlar, zararlarından bahseder ve üstüne birer sigara daha içerlerdi. Böyle insanları hiç sevmezdi Emre. Ama çalışmak zorundaydı, nedense?!. Hiç anlamıyordu neden insanların çalışmak zorunda olduğunu, ama zorundaydılar işte! O da bu kurala uymak zorundaydı ve uyuyordu da.
İşte tam Emre bunları düşünürken yanındaki sandalyenin çekildiğini fark etti. Umursamadı önce, alıp gitmesini bekliyordu. Ama öyle olmadı işte bir kadın, hem de çok güzel bir kadın sandalyeyi çekti ve oturdu. Böyle durumlarla karşılaşmıştı daha önce de, ama konuşmazdı o kadınlar... biraz oturur, onun bir şeyler söylemesini beklerler, konuşmayınca da kalkıp giderlerdi. Bu kez öyle olmadı ama. Kadın ona baktı gülümsedi önce, Emre de farkında olmadan gülümseyivermişti işte. Bir gariplik vardı, ama neydi. "Şiir mi yazıyorsun?" dedi kadın sonra. Emre şaşkın şaşkın başını salladı. Hoşlanmıştı bu kadından; çünkü, çok içten konuşmuştu onunla, sanki yıllardır onu tanıyor gibiydi... hiç bu kadar gerçek gülümseyen birisiyle karşılaşmadığını düşünüyordu ki, kadın ekledi "şiirleri severim... sen de sever misin?" ve hiç durmadan devam etti kadın.
"Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum."
Emre kadına fırsat vermedi bu kez "Edip Cansever. En sevdiğimdir." , kadın yine sıcak sıcak gülümsedi ona. Mutluydu işte şu an, kim, ne diyebilirdi; nasıl engelleyebilirdi ki?!. Bir süre konuştular kadınla. Adı Tuna'ydı ve Emre daha şimdi fark edebilmişti, Tuna'nın gözleri simsiyahtı. Hiç görmemişti bu kadar siyah, bu kadar derin gözler. Galiba aşktı bu içindeki kıpırtı, öyle olmalıydı. Konuştular, konuştular, konuştular...
Artık Emre'nin de bir sevgilisi olmuştu. Yarın yine buluşacaklardı ve daha sonraki gün ve ondan sonraki gün... Sevmişti işte sonunda birisini, zor değildi bu. Aksine, çok kolay ve de çok hızlı olmuştu. O gece hayatında ilk defa bu kadar huzurlu uyudu Emre. Ve rüyasında Tuna'yı gördü. Güzeldi şimdi her şey ve daha da güzel olacaktı. İşte şimdi anlamıştı hayatın bir anlamı olduğunu ve neden hep yaşaması gerektiğini...!

ölüm döşeğinde bir baba..

Merhaba;
Nereden ve nasıl başlamam gerektiğini bilemiyorum, ama bir şeylerden başlamalıyım artık...Suskunlukla geçen bir ömrü konuşarak bitirmeliyim.Çünkü insanlar beni (sürekli sustuğum için) yanlış tanıdılar.Artık kendimi onlara tanıtmalı, ifade etmeliyim, sanırım...
Önceliği çocuklarıma veriyorum.Sizi daima sevdim; bunun karşılığını hiç göremedim, hoş beklemiyordum da...Ama her insan gibi ben de babalığımı birazcık olsun tatmak isterdim doğrusu.Size ilgi gösterememiş, hatta bazen sinirlenip.... Neyse boşverin.Kısacası sizi çok sevdim.Belki bu ilgisizliğimin sebebi benim babamdır biliyorsunuz ya ben de babamdan hiç ilgi görmemiştim ve daha pek çok kötü anım var ona dair... Size babam gibi bir baba olduğum için çok üzgünüm!..
Ve Mine Hanım;
Hala sizi ilk gördüğüm, tanıdığım günkü o güzel çiçek olduğunuz için teşekkürler.Fakat size hep hayalini kurduğunuz o güzel, o mutlu yuvayı veremediğim için özrü bir borç bilirim.Sizi taparcasına büyük bir aşkla sevdiğim bir gerçek, ama itiraf etmeliyim ki; her konuda olduğu gibi evliliğimde de (farkında olmadan) babamı örnek almam çok aptalcaydı!..
Bilerek ve bilmeyerek yaptığım tüm hatalar için özür dilerim...Görüyorum ki hayatımda işlerimden başka hiçbirşeyi önemsememişim.Yani gerçekten önemli olan şeyleri hep ikinci plana atmışım...Bu hataları hiç yapmamayı yada en azından daha erken farketmeyi dilerdim, ama artık zamanım doldu ben gidiyorum; umarım benden sonraki hayatınız benimle olanından çok daha huzurlu ve de mutlu geçer...Bunca yıl bana katlandığınız için ve şu anda yazdıklarımı okuma büyüklüğünü gösterdiğiniz için teşekkür ederim.


Sevgiler, saygılar...

ayna...

Kızın gözü aniden aynaya takıldı. Öylece boş boş kendisine bakıyordu ve birden karşısındaki şeyin kendisi olmadığından şüphelenmeye başladı. Garip bir şekilde kendisine benzemiyordu aynada gördüğü kişi. Farklıydı, çok farklı. Bir defa gülümsemesi kızınkine benzemiyordu; sanki gülmüyor diş gösteriyordu sadece, biraz sonra ısıracakmış gibi. Kız kendi aksinden korkmaya başladığını fark edince, aynanın karşısından ayrıldı...
***
Bir aile toplantısı sırasında annesi, rujunun dudağından taştığını söyleyip çenesini ovalamaya başlayınca hatırladı, en son o gün aynaya baktığını. İnanılması oldukça zordu ama, kız altı ayı aşkındır aynaya bakmıyordu hiç. Yatağının karşısında bir aynası olmasına rağmen, uyanınca o orada değilmiş gibi davranıyor, görmezden geliyordu altı aydır. Sabahları yüzünü yıkarken ya da duş alırken banyo aynasının arkasını çeviriyordu.
Makyaj yapmazdı zaten ama arada bir aklına estiğinde el yordamıyla göz kalemi ve rujunu sürerdi; bu konuda zaten aynaya ihtiyacı hiç olmamıştı ama, o gün ne olduysa taşırmıştı rujunu ve annesi fark ettiğinde utanmıştı, bütün bir gün öyle dolaştığını düşünerek.
Hemen banyoya koştu aynanın karşısına geçti makyajını tazeledi ve kendisine uzun uzun bakıp "Salak..! Bundan mı korktun? Bu aptal surat yüzünden miydi altı aydır aynaya bakmayışın? Neredeyse kendi yüzümü unutturacaktın bana yahu..!" dedi. Ardından bir kahkaha atıp aynaya bir öpücük gönderdi ve masaya yemeğe geri döndü...